AleviEnstitusu

DÜŞÜMDE, KENDİ DÜŞÜMÜ SEYREDİYORUM–Esat KORKMAZ

Gece görülen düş ve gündüz görülen düş: Gece görülen düş, akıl bedeni terk ettiğinde devreye girer, gündüz düşü ise akıl tutsak alındığında.

Zamanını düş görmeden-düş kurmadan geçirenler, günlerinin kölesi olur, derler: Düşümde oturmuş, kendi düşümü seyrediyorum: Oh be diyorum, günümün kölesi olmaktan kurtuldum.

Düşümün yönetmenine –Benim düşümde bana da bir rol ver, diye yalvarıyorum. Nuh diyor ama peygamber demiyor. –Ah bir uyanık olsam, ben sana gösteririm, diye söyleniyorum kendi kendime.

Seçeneksizlik içinde kıvranırken içimden bir ses: -Uyanık beyne görev dışarıdan, uykudaki beyne ise görev içeriden verilir; boşuna çabalama konumun uygun değil, otur oturduğun yerde ve kendi düşünü seyret, diyor. Geceyi yarına bağlamak adına, sesimi kesiyorum ve seyrediyorum.

Bu kâbus gecenin sabahında, hiç beklenmedik bir şey oldu: Düşüme çarptım; -pardon, dedim. İnanmayacaksınız ama tanıyamadım; gözden yitmek üzereyken hatırladım, bağırdım, nafile: Duymadı, durmadı.

HACI BEKTAŞ VELİ DERGAHI’NIN TUTSAKLIĞI–Hasan HARMANCI

Hace Bektaş Veli Dergahı ibadete açılsın dedik. Tuhaf olan buna hayır diyen Alevilerinde olması.
Hayır diyenlerin iki gerekçesi var: Birincisi, Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasının devam ettirilmesini isteyenler. Cumhuriyet yasalarını delmenin sakıncası olduğunu söyleyenler ve gerekçesi başka tarikatlarda bu vesileyle Laikliği zorlayacakları yönünde düşünmeleri.
İkincisi, Dergahı kim yürütecek ve bu yürütme sorumluluğunun Babaganlara ve Çelebilere ait olduğu yönünde. Bu konuda toplumun geri kalan kesiminin ahkam kesip, talepte bulunamayacağı düşüncesinde olanlar.
Garip bir toplum ve kafası karışıklarla dolu Alevi dünyası.
Ortada bir anayasa dahi kalmamışken ve Laikliğin neredeyse hiç işlemediği şehirler, gettolar, uydular ülkesine dönmüşüz haberleri yok. Hala yasa vs var sanılması. Birde ortada Cumhuriyet dahi kalmamış, onlar “Devrim yasası” gibi birşeyden bahsediyorlar. Sanırım daha çok Alevileri ayrıştıran, haklarını gasp eden bu “devrin” yasaları değil de, sadece bu devrin yasaları.
Türkiye’de hep güçlülerin çıkarları, yasaları işledi. Bazı Alevi kesimler çıkarları çerçevesinde Alevi taleplerine her zaman olduğu gibi gölge düşürmeyi tercih ediyorlar.
Dergahın kimler tarafından yürütüleceğine gelince haller daha da belirginleşiyor. Anlaşılan bu kesimler bir çürüme ve yok olmayla karşı karşıya olmalarının bütün Alevi toplumunda da karşılığı olduğunu sanıyorlar.
Halbuki Alevi toplumunda kimlik mücadelesi yükselmiş ve bu kadim ancak içi boşalmış kurumların iradi olarak var olabilmesi içinde çaba harcıyorlar ve daha fazlası içinde fedakarlığa hazırlar.
Önemli olan bir hukuki süreç başlatılmasıdır.
Bu iki düşüncenin yanılgısına rağmen Alevi toplumsal yapısı sistem sürdürme mekan ve güçlerine kavuşacaktır.
Belli ki asıl güvensizlik ve çürüme toplumsal derinliğimizde ve toplumu kan ve kast üzerinden sömürmeye devam etmek isteyenlerde.
Dergahın tutsaklığı sürmeyecek, sürdürülemeyecek.

SÖZLERİMİZ HALLERİN ELİNE ESİR DÜŞTÜ–Esat KORMAZ

Sözlerimiz hallerin eline esir düştü; onları esaretten kurtarmak ve özgün anlamlarına kavuşturmak, artık bizim temel yükümlülüğümüz.
Hiçlik, bir yokluk dükkânıdır: Var olabilmek için yok olanlar buraya taşındığı için bu dükkânda, ölüm dahil her şey var.

Ölüm, doğanın bize biçtiği bir yazgı ise niye doğurdu doğa bizi: Dalga mı geçiyor bizimle. Yazgıyı kabul edip ölümlü mü olacağız yoksa doğanın yazgısına direnip ölümsüzlüğün yollarını mı arayacağız.
Unutmayalım iki çevrim (devriye) var: Doğasal çevrim ve kültürel çevrim. Doğanın yazgısı, doğasal çevrimde geçerli. Kültürel çevrim bu yazgıdan özgür. İşte biz, yazgıdan özgür bu çevrimi kullanarak ölümsüzleşeceğiz ve hallerin eline esir düşen sözlerimizi esaretten kurtaracağız.
Her şey bize hal diliyle şöyle sesleniyor: Bizler dün sizin gibiydik, yarın siz de bizim gibi olacaksınız. Öyleyse biz gölge perdesinde oynanan gölge oyununun kahramanları mıyız? Yazgımızın ipleri gölge perdesinin arakasına gizlenmiş göksel ya da yersel egemenin elinde mi yoksa?
Eğer durum buysa oynayacağız oyunumuzu sonra tek tek terk edeceğiz bu dünyayı: Doğurmayan hiçliğin doğurmayan parçası olacağız.
Oyuna başkaldırdığımızda ise doğuran olanağın doğuran parçası olacağız, yani ölüme de ölmeyeceğini fısıldayan hiçlikte hiç olacağız, biz biliyoruz ki hiçlikte hiç olmak, doğuma durmak anlamına gelir. Yeniden doğmak ve ölümsüzleşmek üzere…
Ölümü evcilleştirdiğimizde,
Evcilleştirdiğimiz hayvan gibi,
Yeri gelir,
Bize kötü kötü bakar.

Yaşarken ölüp ölüp dirilip
Ölümün kulağına ölmeyeceğini
Fısıldadığımızda ise
Ölüm bize teşekkür eder.

YULARSIZ ARSLANLAR–Esat KORKMAZ

 

Aleviler olarak nasıl bir dönemi yaşıyoruz? sorusunu ikirciksiz yanıtlamak durumundayız: Ortodoks Sünni kuşatılmışlığa boyun eğme ile belirgin Türk-İslam sentezi zemininde boy veren düşünüş biçimlerinin tanımladığı kimliksizliğin kırılamadığı; kimi grupların, kendilerini Alevilik açısından anlamlandırabilmek için bu inancın-kültürün geleneksel tabanından ve günümüz sınıflar konumlanmasındaki anlamlı yerinden habersiz bir kör dövüşüne girdiği; Alevilik pratiği açısından anlamlı olan demokratik ve siyasal mücadelenin bir türlü amaçlanan politik öze kavuşamadığı bir dönemi yaşıyoruz.

Yaşadığımız dönemin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan; düşünsel bulanıklığı gidermek, bu kapsamda devreye sokulacak etkinlik, eylem ve yazın ürünleriyle Alevilik temelinde düşünsel birliğin sağlanmasına, davranış düzeyinde dağınıklığın giderilmesine katkıda bulunmak, öne çıkan teorik-pratik sorunları tartışmak, kolektif bir ürün yaratmak üzere düşünsel olgunluk, beceri ve yetkinlikleri amaca yönelik seferber etmek ve sosyal pratiği bir ucundan yakalayarak kimlikli bir mücadeleyi yaşama geçirmek, ivedi görevlerimiz olarak önümüzde durmaktadır.

Buna koşut olarak yaratılacak uygun araçlar çevresinde kadroların bir araya toplanmasını sağlayarak onları, nesnel düzeyde demokrasi mücadelesinin, laiklik mücadelesinin öznesi durumuna getirmek her Alevi için yaşamsal olarak algılanmalıdır.

Böylesi bir ortamda: Alevilik temelinde örgüt birimleri ya da gruplar, kişiler arasında yaşanması zorunlu iletişim ve diyalog; güven duyulacak kadro, program ve örgütlenme sorunları olması gereken mekânlarda, başvurulması gereken ilke ve yöntemlerle yapılamamaktadır.

Bu olumsuzlukları aşmak, hemen her kafada biçimlenmiş ortak sorulara ortak yanıtlar bulmak, bulunan ortak yanıtlar üzerine uygulanabilir bir çalışma-mücadele programını devreye sokarak bilinçlerdeki ortaklığı yakalayacak ve Aleviliğin düşünsel ve pratik sorunlarını çözecek bir süreci başlatmak temel amacımız olmalıdır.

Anlaşılacağı gibi bir Alevi, kendi gerçekliğini bir öğrenci içtenliği ve alçakgönüllülüğüyle inceleyip araştırmakla yükümlüdür. Bunu yapmazsa istediği denli duygu çatlatıcı olsun; düşünsel düzeyde sapmalardan, eylem düzeyinde tutarsız davranışlardan başını alamaz. Ürettiği düşünceleri, sergilediği tavırları, bu felsefenin/inancın dünya görüşü kaldıramaz.

Yüzlerce yıldır feleğin her türlü çemberinden geçen Alevi insanını enayi yerine koymaya; özünü unutup, Alevilik yolunu iktidarların sunduğu çayır mutluluğuna bağlamaya; kendini yaratan, besleyip büyüten toplumsal temelde kimlik edinmenin yollarını, yöntemlerini aramak gibi çileli bir çalışmaya girmek yerine, inanç sarhoşluğuna kendini kaptırıp ağızlarıyla yalım saçan yularsız arslanlar olmaya; bilimsel olanla bilimsel olmayanın iç içe girdiği, çoğu kez bilimsel olmayanın egemen olduğu sözel kaynaklardan taşınan geleneksel söylemi her şeye yeter görmeye; bu söylemi sürekli yineleyerek herkesin kafasını-düşüncesini törpülemeye kimsenin hakkı yoktur.

Şunu hiçbir zaman unutmayalım: Aleviliği en kestirme yoldan rezil etmek, onu toyca savunmaktır ya da ilkesiz davranmaktır; horoza kıç attıran tavırlar sergilemek, en basitinden gülünçlüktür.

Kararı Ayasofya Üzerinden Okumak–Esat KORKMAZ

AYASOFYA’NIN STATÜSÜ DEĞİŞTİ
DÜNYA KÜLTÜR MİRASI YOKSULLAŞTI
Esat Korkmaz

Hıristiyanlar ve Müslümanlar tarafından kutsal olarak görülen XV asırlık Ayasofya ile ilgili tartışmalar son gelişmelerle birlikte yeni bir boyuta taşındı. Müze statüsündeki kutsal mekân artık cami olarak ibadete açıldı.

Konu daha düne kadar, ulusal egemenlik ve fetih anlayışını simgeleyen Kılıç Hakkı üzerinden tartışılageldi. Bu yolla sürekli canlı tutuldu. Danıştay, 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının iptaline karar vererek, Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesinin önünü açtı. Kararın hemen ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ayasofya’nın Diyanet İşleri Başkanlığı’na devrini ve ibadete açılmasını öngören Cumhurbaşkanlığı Kararı’nı imzaladı.

Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) Genel Konferansı’nın 1972 yılında sonuçlandırdığı ve Türkiye’nin 1983 yılında taraf olduğu Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşmeden söz açmadan konunun ciddiyetini algılayamayız.

Bu sözleşmenin ruhuna evrensel bir bakış egemendir: Sözleşme, daha başlangıcında, “Kültürel ve doğal mirasın herhangi bir parçasının bozulmasının ya da yok olmasının, bütün dünya uluslarının mirası için zararlı bir yoksullaşma yarattığını” belirterek yola çıkıyor. Metinde bu mirasın korunması “bütün uluslararası camianın ödevi” olarak tanımlanıyor.

Sözleşme, kültürel ve doğal mirasın korunması görevini öncelikle devletlere veriyor. Egemenliğe tam saygı’ vurgusunu yapmakla birlikte, bu tür varlıkların bütün uluslararası toplum tarafından iş-birliği ile korunması gereken bir evrensel miras olduğunu da kaydediyor. Burada devletlerin egemenliği ile uluslararası iş-birliği ihtiyacı arasında kurulan, ince bir denge var. Ayasofya’nın müze statüsünden cami statüsüne dönüştürülmesiyle bu denge bozulmuş, dünya kültür mirasının yoksullaşmasına bir adım atılmış oluyor.

Kültürel/doğal varlıkların korunmasına ilişkin taahhütlerin yerine getirilmediği, sorunların ortaya çıktığı durumlarda ilgili komite de devreye girebiliyor. Bu varlıkların listeden çıkartılması ya da ‘Tehlike Altındaki Dünya Mirası’ listesine alınması gündeme gelebiliyor. Önümüzdeki günlerde konu bu anlamda gündeme taşınacaktır, diye düşünüyorum.

Türkiye, bu uluslararası sözleşmeye 1982 yılında taraf oldu ve buna ilişkin Bakanlar Kurulu kararı 14 Şubat 1983 tarihinde Resmî Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girdi.

Son tahlilde Ayasofya ile ilgili herhangi bir adım atılırken, UNESCO’nun listesine 1985 yılında müze kimliğiyle tescil edilen bu tarihsel varlığın ‘Dünya Mirası’ statüsünün dikkate alınması, bu statünün herhangi bir şekilde etkilenmemesi büyük önem taşıyor. Taşımasına taşıyor da benim ülkemde, uluslararası boyutta ben de tarafım demek için imza atmak kolay; nasıl olsa uymayacağım için. Attığı imzaya ihanet eden iktidarın bu kararına bakalım UNASCO nasıl bir tepki verecek: Bekleyip göreceğiz.

(Gündemi Pir Dergâhı Üzerinden Okumak)
DERGÂH CEMEVİNE DÖNÜŞTÜRÜLSÜN ÖNERİSİ
HÜKÜMETİN KARARINI ONAYLAMAK DEMEKTİR

Gündemi Hacıbektaş’taki Pir Dergâhına taşıyarak, madem Ayasofya müze statüsünden cami statüsüne dönüştürüldü; buradan hareketle, Pir Dergâhı da müze statüsünden cemevi statüsüne dönüştürülsün önerisi de dillendirilmeye başladı. “Danıştayın almış olduğu karar doğrultusunda, eşit yurttaşlık haklarımız göz önünde bulundurularak Hacı Bektaş Veli Dergahı’nı sahipleri olan Alevilere cemevi statüsünde geri verilmesini talep ediyoruz.”, çağrısıyla imzaya açıldı bile. öneri yanlıştır: Çünkü Pir Dergâhının Alevi tarihindeki statüsü cemevi değil, üniversite karşılığı olarak okuldur, ötesinde diğer dergâhların yönetim merkezidir. Kendisini halkın özlemleriyle özdeşleştiren ve bu özlemlerin gerçekleşmesi için başkaldıran Alevi kültürünün üniversitesidir Pir Dergâhı.

Ne yapılması gerekir? sorusunun yanıtı açıktır bence: Dergâhın, müze statüsünde dünya kültür mirası listesine alınması için mücadele başlatmak ve listeye alınan müze statüsündeki Dergâhın korunması görevini, Bakanlar Kurulu kararıyla Alevilere verilmesini sağlamak.

Yapılması gereke budur. Tersi davranır da müze statüsü, cemevi statüsüne dönüştürülsün dersek, Ayasofya için alınan kararı onaylamış oluruz; bu da iktidarı desteklemek anlamına gelir.

MANİFESTO–Esat KORKMAZ


Alevi kültürünün gelecek zamanını yaşıyoruz: Söyleyecek çok sözümüz olmalı. Felsefemize, öğretimize, inancımıza ve tarihimize ilgisizliğimiz suçluluğa dönüşmeden, isyan-sorgulama geleneğimizi güncelleyerek sıkıntılarımızı lokma yapıp, umutlarımızı evrenselleştirmek durumundayız.
Yabancılaşmaya dur diyecek bir çağrıya ihtiyacımız var: Dilerim bu Manifesto çağrıya ışık olur; ışık olur da kendimizle ve doğayla kucaklaşırız.

DOĞUŞTAN GELEN KAST SİSTEMİ
Ezidilik (1) denli çok aşamalı olmasa da Alevilikte iki aşamalı bir kast sistemi vardır: Bir tarafta, sıvı bilgi olarak algılanan kutsal kanın taşıyıcıları olan seçilmişler (dedeler-çelebiler), diğer tarafta ise seçilmişlere muhtaç seçilmemişler (talipler-müritler) konumlanmış durumdadır.
Özünde, bu bir örgütlenmedir: Bu örgütlenme hem bireyi hem toplumu hem de inancı kucaklar; doğal olarak bu örgütlenme tarihsel sürecinde, seçilmişlerin belirleyici olduğu ve haklarının kan güvencesine kavuşturulduğu bir ruhbanlığın yapılanmasına neden olmuştur. Seçilmişlerle seçilmemişler arasında geçiş olanaksızdır ve bu doğuştan gelen bir yazgıdır. Yapılanan kast sistemi kan bağıyla sonraki kuşaklara aktarılmaktadır. Kast sistemi gereği, topluluğa mensup her Alevi, doğduğu andan itibaren inançsal ve kültürel açıdan belirli sorumlulukları vardır ve bu sorumlulukları yerine getirmek durumundadır.

BİLGİ KANDAN ÖZGÜRDÜ
Ocaklı geleneğin ilk örgütlenme aşamasında, bilgi kandan özgür idi: Bilgi henüz kanı keşfetmemişti; sözel kültürün eğitim kanalları yaşama taşınarak bilgi üretiliyordu. Bu nedenle felsefeden, öğretiden bağımsız bir inanç örgütlenmesine gidilmedi; neden anlamında belirleyici duruma yükselen seçilmişleri (ruhbanları/ dedeleri-çelebileri), daha doğrusu seçilmişlerin kanını kucaklayan bir inanç örgütlenmesi yoktu, olamazdı da tam tersine, ruhbanlıktan (kandan) özgür, ayrım yapmadan Yol insanını, yani Yol insanının bilgisini kucaklayan, Yol-Erkân örgütlenmesi vardı. Bu aşamada ocak örgütlenmesi hem bir mücadele örgütü hem de bir okuldu; doğal olarak, birey-toplum bilincinin taşıyıcısı bir tolum-topluluk örgütlenmesi idi.

Sonraları bilgi-kan özdeşliğine taşınıldığı için, kan kutsallığı, Aleviliğin en büyük tehlikesi olup çıktı. Ocakların ilk oluşum aşamasında, kan bilgi taşımıyordu; kan, dışarıya karşı soy saflığını koruyan bir araçtı, ötesinde örgütlenme temeliydi. Yol bilgisi, sözel kültürün eğitim kanallarının işlevli olmasıyla elde edilen bir kazanım idi. Sözel kültürün kitabı hafıza idi ve hafıza kayıtları ezberlenerek yeni kuşaklara aktarılıyordu. Aktarılan bilgi, ritüellerle içselleştirilip taşınıyordu. Söylenceler bu eğitimi destekliyor idi; doğal olarak, kan-bilgi ilişkisi yoktu.

Soy olgusu, iki biçimde algılanmak gerekir: Birincisi, nesnel(bilimsel) soy zinciridir. Uzak uzak atadan kan izlenerek oluşturulan soy zinciridir. İkincisi ise gönül soy zinciridir; İslam’ın muhalefet hareketi geriye izlenerek taşınılan Ehlibeyt’ten başlayarak, gönül bilgisini taşıdığına inanılan kimliklerin arka arkaya sıralanmasıyla oluşur. Yol inancında bu gönül soy zinciridir, altın zincir olarak algılanır. Tasarımın mantığından da anlaşılacağı gibi bu soy zincirinin kanla bir ilgisi yoktur. Ne var ki Alevi Ocaklı geleneğinde, nesnel soy zinciri silindiği için, gönül soy zinciri, kan belirleyici nesnel soy zincirinin yerine geçmekte ve ciddi bir bilgi kirlenmesine yol açmaktadır. Bu bağlamda, Evladı Resul, kan evladı değil, gönül evladı ya da yol evladı olarak algılanmak durumundadır.

ALEVİLİK KİTAPLI MI? YOKSA KİTAPSIZ MI?
Burada hafıza konusuna bir açıklık getirelim ve son dönemde ortaya atılan bir yanlışa da tanı koyalım: Alevilik kitaplı bir kültür mü? Yoksa kitapsız bir kültür mü? Öncelikle belirtelim: İki kültür, iki kitap vardır; yazılı metinlerden oluşan yapıt anlamında yazılı kültürün kitabı ve ezberlenecek bilgilerin kayıt edildiği hafıza anlamında sözel kültürün kitabı.

Yasaklı sözel kültürde hafıza kayıtları, yazıya dökülmezdi; çünkü yazı, düşmana sunulmuş bir ihbar mektubu olarak algılanırdı. Son günlerde kimileri, cambazlık yaparak Alevilere bir kitap buldu: Adı Kudret, “… Aleviliğin kutsal kitabının adı da ‘Kudret’tir… Ne yazık ki Aleviliğin kutsal kitabı ‘Kudret’ten günümüze hiçbir yazılı eser kalmamıştır…” (2)

Kudret kitabına ben hiçbir kaynakta rastlamadım aslında rastlayamazdım da çünkü sözel yoldan gelen yasaklı kültürlerde, yazılı kültürün kitabı gibi bir yapıt olamazdı. Kutsal söylencelerde Kudret kitabından değil, kudret kandilinden söz edilir: Kudret kandili bir kitap değil, bir metafordur (mecazdır).
Metafizik belirleyici düşüncede bu metafor, var olduğuna inanılan metafizik Tanrı’nın hafızasını simgeler. Bâtınî felsefe ölçü alındığında ise hiçliğin (bâtının/karanlığın/görünüşe taşınmamış gizil nesnelliğin), doğum ürünü aydınlığın hafızasını betimler.

ALEVİ TARİHİNİ KURTARMAK
Alevi tarihi toprağımın en gerçekçi siyaseti-politikasıdır. Bu gerçekçi politika-siyaset yasaklı yoldan taşınmıştır. Resmi tarihin sınırlarının dışına taşınmadan, oradaki tarih güncellenmeden yasaklı olan Alevi tarihi kurtarılamaz. Bu gerçeğin bir yanıdır: Diğer yanı ise “Geçmiş bugünden kurtarılmalıdır” (3): Her iki anlayışı birlikte düşündüğümüzde tarihi kurtarmak için, resmi tarihin dışına taşınıp oradaki tarihi güncellemek, daha sonra da güncellediğimiz tarihi, bugünün saldırısından korumak gerektiği anlaşılır.

Tarihine dönemeyenler insanı, günlük yaşamın içinde, onu gözlemleyerek tanımaya çalışırlar. Böylesi durumlarda genellikle bilgi ile görüntü birbirine karıştırılır. Çünkü gerçeklik dediğimiz şey, kimi kez önümüzde somut olarak dursa da çıplak gözle kavranamayacak denli karmaşıktır. (4)

GERİYE DÖNÜŞ TAPIMI
Demek ki Aleviliğin, doğumundan günümüze yaşanmış bir yasaklı tarihi vardır. Bir de geriye dönüş tapımı gereği İslâm’ın muhalefetinin içine taşındığında sahiplendiği, bir yasaklı tarihi vardır. Bu ikili yasaklı tarih anlaşılmadan, Alevi tarihi sağlıklı olarak bilince taşınamaz.

XI.-XII. yüzyıllarda Anadolu’da yapılanıp biçimlenmeye başlayan Anadolu Aleviliği, geriye dönüş tapımı gereği, İslâm’ın doğuş koşullarına taşınırken, İslâm’ın Ortodoks değerlerini ve kimliklerini kaynakta kurutmak için tapım konusu inanç kaynaklarını yaratır. Bu gerçeklik nedeniyle Alevilikte, nesnel kaynaklarla inanç kaynakları genelde aynı yerde/coğrafyada bulunmaz.

Anadolu Aleviliğinde geriye dönüş, kalın çizgileriyle yapılanma sürecinde Babai Hareketiyle başlar ve Şah Hatayi dönemiyle tamamlanır. Geriye dönüş, Anadolu Aleviliğinin kaynak kültürlerinde, atalar tapımı olarak önemli bir işlevselliğe sahipti. Önemi nedeniyle bu tapım değerleri, Anadolu Aleviliğine taşınmıştır. (5)

BİLGİ KANLA DEĞİL, KERAMETLE ÖLÇÜLÜYORDU
Kâmil insanın kâmil olma durumu, kanla değil, kerametle ölçülüyordu: Alevilikte gerçek yaşamın kendisinde ya da nesnel süreçte mucize yoktur; yani keramet burada yaşama geçmez, kerametin yeri söylence zeminidir. Daha doğrusu bâtınî anlamda keramet, akıl yürütme yoluyla akıl dışına taşınılarak, yani akıl/ mantık engellerinin bulunmadığı bir ortama gidilerek, özlemlerin ve dileklerin, toplumsal yükümlülük üstlenmiş kimlikler aracılığıyla dışa vurumudur. Toplumsal yükümlülük üstlenmiş kimlik, temsil ettiği insanların temsil gücüyle (temsil ettiği güç kendi birey gücünün çok üzerinde olduğundan bu ancak kerametle dışa vurabilir ve bu dışa vuruma masalsı dil uygundur) söylence zeminine aktarılır. (6)

Felsefi düzlemde kerameti bir metafor (7) olarak algılamak gerekir: Keramet metaforu, metafizik zeminde, varlığına inanılan Tanrı’nın gücünü pekiştiren bir eylemdir. Bâtınîlikte ise bu metafor, velinin yetişmişliğini ve halkın gücünü kanıtlama temellidir: Bir velinin keramet gösterebilmesi için toplumsal bir yükümlülüğün parçası olması, yani kendi dışında toplumsal özlemin-çıkarın savunucusu olması zorunludur. Bu durumda, çıkarını-özlemini savunduğu insanların toplam gücü kadar bir gücün taşıyıcısı olacaktır. Bu gücün nelere kadir olduğunun kanıtlanması için veli, söylencesel kurguda, insanüstü-olağanüstü eylemleriyle öne çıkar. Kan burada bir işleve sahip değildir.

SONRALARI NE OLDU?
Yaşanan yabancılaşmaya koşut, tarih, kutsalın tekrara dayanan diyalektiğine kilitlendi, tekrarın mantığı mührünü vurunca tarih, baştan yazıldı ve bitti: Bu nedenle, baştan yazılıp bitmiş bu tarih, sürekli tekrarlanmaya başladı; yerinde sayma ilerleme olarak algılandı, tarih bilinci üretilemedi, böylece bu tarih geleceği üretmekten muaf oldu.

Geriye dönüşümlü olarak kurgulanan bu tarih, başlangıç ile sabitlenen şimdi arasında git-gele indirgenmiş durumda; gelecek olana değil, geçmişe öykünen bir tarih. Bu tarih, Alevilere selamet getirmeyecektir bunu bilelim; çünkü bu tarih, Alevilerin kendileri tarafından kendileri aleyhine yapılandırdıkları bir tarihtir ya da kendileri tarafından kendilerine kurulan bir tuzaktır.

BİLGİ-KANLA BULUŞTU
BÜTÜN DOĞRULAR TERSİNE DÖNDÜ

Geleceği üretmekten aciz kolektif algı, kanı bilgiyle ilişki içine sokarak tekrara kilitlenen bu tarihi, bu tarih içinde kendini güvenceye almak eğilimine girdi. Söylencesel anlatım, bu anlayışı kutsayacak biçimde içerik kazandı. Şimdi bu içeriği, geleneksel söylencesel kayıtları da dikkate alarak yorumlamaya çalışalım:

Allah, bâtından görünüşe nur biçiminde taşındı. Nur hem Allah hem de Allah’ın bilgisi idi. Allah’ın nurundan, yani bilgisinden ilk nasiplenen Ehlibeyt oldu: Bu nedenle Ehlibeyt, varlıkların tümünden daha kutsaldır.

Aslında Allah nuru(bilgisi), iki parçadan oluşmaktadır; nübüvvet nuru (bilgisi) ve velâyet nuru (bilgisi). Bâtında, nübüvvet nuru (bilgisi) Muhammet olanağı, velâyet nuru (bilgisi) Ali olanağı durumundadır; dolayısıyla birlikte düşünüldüğünde bu nur (bilgi), Muhammet-Ali nuru(bilgisi) adını alır; inanca göre kudret kandilinde balkıyıp duran işte bu nurdur (bilgidir); bu nur (bilgi), yabancılaşmayı onaylayan söylencenin kaynak metaforudur.

Muhammet-Ali dünyaya gelinceye değin, bu nur (bilgi), peygamberler aracılığıyla taşındı. Abdülmuttalip’e kadar bu nur (bilgi), tek bir bütün olarak geldi: Daha sonra ikiye ayrıldı, nübüvvet nuru (bilgisi) Abdullah’a, velâyet nuru (bilgisi) Ebu Talib’e geçti; izleyen süreçte, parçalardan nübüvvet nuru (bilgisi) Muhammed’de, velâyet nuru (bilgisi) Ali’de kemalini buldu.

Ali ile Fatma evlenince bu iki nur (bilgi) parçası tekrar birleşti ve sırasıyla bir imamdan diğerine aktarıldı. 12. İmam’ın gaibe çekilmesiyle Ehlibeyt nurunun (bilgisinin), insanlarda temsil ve tecellisi son bulmuş oldu.

Anlaşılacağı gibi Alevilikte tekrara kilitlenen kutsal tarih, Allah’ın Ehlibeyt’e nurunu (bilgisini) aktarmasıyla başladı ve 12. İmam’ın gaibe çekilmesiyle bitti; süreç gereği bilgilenme süreci de sonlandı. Allah bilgisi, kanın parçası durumuna geldi ve genlere taşındı; bu bilgiye hiçbir biçimde yeni bir bilgi eklenemeyecekti; açıktır ki bilgi, eğitim ve öğrenme yoluyla kazanılamayacaktı. Seçilmişlerin yani dedelerin-çelebilerin eğitime ihtiyaçları yoktu.

Yabancılaşma bu boyutuyla içselleştirildiğinde bugün Alevilik, eğitim ve akıl düşmanıdır; çünkü Yol’un bilgisi, yani felsefesi, öğretisi ve inancı genetik yoldan taşınmaktadır.

Yabancılaşma koşutunda ocaklı gelenek, okul olma durumundan uzaklaşmış, kast sistemi temelinde, eğitime düşmanlıkla belirgin bir inanç örgütlenmesine dönüşmüştür. Bu yapı tersine dönüştürülemezse eğer, ocaklı geleneğin taşıyıcısı ocakzadeler, Aleviliği altın tepside, şeriatçı inanca teslim edeceklerdir bu kesin.

BİLGİNİN KANDAN ÖZGÜRLEŞMESİ VE HAKİKATÇİ ALEVİLİK

Alevilik tarihinde bu yabancılaşmaya bir başkaldırı olmuş mudur? sorusunu olumlu yanıtlamak durumundayız: Bu başkaldırının sahibi Hakikatçi Aleviliktir.

Hakikatçi Aleviliğin coğrafyası olarak tanımlayabileceğimiz bölge, gövdesi Maraş, ana kolları Sivas-Malatya olmak üzere, Binboğa-Nurhak-Engizek ve Nemrut dağ sıralarını içine alan İç Toroslardır. Konuya ilişkin Mehmet Bayrak’ın makalesi, Mehmet Kömür’ün yazdığı Haydarî Divanı’na alınmıştır: Makalede, Hakikatçi Aleviliğin inanç ve kültür kaynakları hakkında geniş bilgi verilmesine karşın, kan-bilgi ilişkisine yönelik tek satır bile yok. Mehmet Bayrak’ı yakından tanıdığım için, bir art niyet görmüyorum, konunun önemini algılayamamış diye düşünüyorum. (8)

1800’lerin ortalarından başlayarak bölgede filiz veren Hakikatçi Alevilik, kandan özgürleşme hareketini yaşama taşımış, tekrardan özgürleşen akıl yürümeye başlamış, Alevi müziğinin ve edebiyatının yaratılmasında, önemli işlevler üstlenmiştir.

Terim olarak Alevilik öne alınınca, Alevilik-Bektaşilik-Bedreddinilik üçlemesi-nin son iki halkası perdelenmiş; Hakikatçi Alevilik ise tümüyle görünmez kılınmıştır. Gelişmeye koşut, İç Toroslardaki ocaklar da yapılarındaki gelenek temelli Hakikatçi Alevilik algılarını silmişlerdir.

Hakikatçi Alevilikte, her şeyden önce kan kutsallığına tavır almış, taşıyıcı-sözcü kimlikler, kendilerini Dede olarak değil, Bektaşi olarak tanımlamışlardır: Kan kutsallığından bilgi kutsallığına atlamışlar; kan örgütlenmesini değil, insancıl bir çizgide toplumsal örgütlenmeyi, yani ütopyayı yeryüzünde kurmaya yönelik örgütlenmeyi yüceltmişlerdir. Kendilerini Bektaşi/ Hakikatçi Derviş-Hakikatçi Baba olarak tanımlamakla birlikte, tarikat olarak Bektaşiliğe de girmemişler; arafta kalarak hem Aleviliği hem de kan kutsallığı dışında kalmakla birlikte yabancılaşmış Bektaşiliği, terbiye etmek gibi bir yükümlülük altına taşımışlardır kendilerini; her şeyden öte, bugüne musallat olan umutsuzlukla ilişkilerini öne alıp umudu doğuma hazırlamaya girişmişlerdir. Melûlî Baba, çarpıcı bir örnektir. İfade etme açısından en özgün tavır, Âşık Mahsunî Baba’dan gelmiştir. Kendi anlatımından dinleyelim:

“…Hocam, izin verirseniz ben zincir hazırlamak istiyorum bu konuya… Ben anlıyorum ki Alevilik, İslâm’ın katı ve kuralcı yollarını kıran, totaliter baskılarını yok eden, insana dönüştüren, malzemeyi insan kabul eden en ılık, en çağdaş bir görünümdür. Ancak yüzyıllar sonra da Aleviliğin o ütopik, efsanevi yapısını kıran Bektaşiliktir. Yani Aleviliğin de saçma yönlerine hayır diyebilen, Aleviliğe ait olmayan, Alevilik gibi gösterilen bütün umdelerine rest çeken, çok çağdaş bir-siz daha iyi biliyorsunuz ki-12.yüzyılda Hacı Bektaş Veli, Anadolu’ya sızmıştır. ‘Biz malzemesi insan olmayan hiçbir inanca mecbur değiliz’ kanıtını bize vermiştir. Ben, konuyu kaybetmeden, Hacı Bektaş Veli’nin Anadolu’ya yaptığı üretimden yola çıkarak diyorum ki: Bektaşilik bir Alevi Rönesansı, bir Alevilik Devrimidir. Yani babadan oğula akan bir genetik yol değildir…” (9)

Geçmişte ocaklar okuldu; belden gitme değil, yoldan gitme destur kabul edilerek Dört Kapı Kırk Makam adlı eğitim programı, adına öğretmen dediğimiz dede-baba, rehber vb., önderliğinde, adına okul dediğimiz mekânlarda öğretilerek Alevilik güncelleniyordu. Bilgi kutsallığı kuşatıcılığında inanç, neden olmaktan çıkıp sonuca bağlanıyordu. Ve inanç, doğanın aklını/ insanın aklını karşılamak, onunla kucaklaşabilmek, onu onaylamak için örgütleniyordu, Cehennem’den sakınmak, Cennet’e gitmek için değildi.

Bugün ise ne yazık ki bilgi kutsallığından kan kutsallığına geriye dönüş yapılmış ve bâtınî felsefe-bâtınî tasavvuf ötelenmiş, şeriatçı inançlara kapı aralanmıştır. Bu olumsuz sürece direnemezsek acı ama gerçek, hızla yabancılaşacağız. Yapılacak şey açıktır: Zaman yitirmeden Hakikatçi Aleviliği güncellemek, kabaran sel durumuna dönüşen yabancılaşmaya dur demektir.

KAYNAKÇA
(1) Ezidilikte kast sistemi öncelikle Çift İsimliler ve Tek İsimliler olarak ikiye ayrılır. Çift İsimliler kendi içinde Mirler/Emirler, Şeyhler, Pirler olarak sıralanır. Tek İsimliler ise yine kendi içinde Kavallar (Qewallar/ Qewwallar), Fakirler (Fegîrler), Koçekler (Qoçekler) ve Müritler biçimde sıralanır. Kastlar arasında geçiş yoktur. (Korkmaz, Esat; Ezidiler/ Melek Tavus’un Talihsiz Halkı/ Kırmızı Ezid’in Kuzuları; Anahtar Kitaplar Yayınevi, İstanbul- 2015, s, 193-213 arası)

(2) Ataş, Ali Ekber; Alevilik Din Öğretisi Değil, Bir Felsefedir/ Cumhuriyet, 2 Temmuz, 2020, s, 8

(3) Dellaloğlu Besim-Odman Aslı-Yardımcı Sibel; Walter Benjmin’le Olağaüstü Haller, Cogito; Yapı Kredi Yayınları, Üç Aylık Düşünce Dergisi; Sayı: 52; Güz 2007; s, 24-25

(4) “Tarih, asla gerçekliğin kendiliğinden gelip de içine yansıyacağı veya hemen kendini göstereceği bir ayna değildir. Tarih hiçbir yerde önceden yazılı değildir; satırların arasında gizlenen ve açığa çıkarmanın ya da göstermenin yeterli olacağı bir gerçek değildir; tarih şeylerin içine kazınmış ve sadece aynen anlatmanın yeterli olacağı bir seyir, bir bakış da değildir: Tarih, kelimelerden oluşan bir meseledir. Onu kaydeden, yani onu üreten tarihçinin dışında mevcut değildir. Her tarih bir kurgudur…. En yakın tarihimiz bile tıpatıp ayni biçimde, önceden üretilmiş şemalardan, yapısal modellerden, mitlerden hareketle yazılmıştır, yazılmaktadır…” (Dumézil Georges; Mit ve Destan I/ Hint-Avrupa Halklarının Destanlarında Üç İşlev İdeolojisi-Çev.: Ali Berktay-; Yapı Kredi Yayınları, İstanbul- 2012; s, 18-19; Giriş/ Üç Varmış Üç Yokmuş-Joel H. Grisward-)

(5) Korkmaz, Esat; Bütün Yönleriyle Alevilik, Demos Yayınları, İstanbul- 2015, s, 205-208 arası

(6) Korkmaz, Esat; Alevilik-Bektaşilik Terimleri Sözlüğü; Anahtar Kitaplar Yayınevi, Beşinci Baskı, İstanbul- 2016, s, 393-394

(7) Türkçeye Fransızcadan geçen metafor kelimesinin kökeni Yunancadır. Aktarma ve taşıma anlamına gelen Yunanca ‘metaphora’ kelimesinden gelmektedir. Türk Dil Kurumu sözlüğünde metafor kelimesinin anlamı mecaz olarak açıklanmaktadır.

(8) Kömür, Mehmet; Haydarî Divanı/ Hayatı-Yaşam Felsefesi-Şiirleri; Demos Yayınları, İstanbul- 2010, s, 53-81 arası

(9) Radyo Ekin’de, 10 Ocak 1999 günü yapılan söyleşiden; program sahibi Nejat Birdoğan, Mahsunî konuk…

Sonsuzluğun ve Sürekliliğin Piri Melek Tavus–Esat Korkmaz

SONSUZLUĞUN VE SÜREKLİLİĞİN PİRİ
(Pir-e Her u Her)
MELEK TAVUS (1)
Esat Korkmaz


Melek Tavus Ezidi geleneğinde ‘Pir-e Her u Her olarak algılanır; bu algı, ‘Sonsuzluğun ve Sürekliliğin Piri’ anlamına gelir. (2)

Türkiye’nin resmi hafızası vicdansız: Bu vicdana başkaldırıp toplumsal vicdanla buluştuğumuzda, yasaklı kültürlerle ilişkilerimiz olağanlaşacak, ortak geleceğimiz güvence altına alınacaktır.

Ezidiler, önsüz-sonsuz İyi’ye ve önsüz-sonsuz Kötü’ye, yani, tektanrıcı dinlerin metafizik Tanrı’sına ve Şeytan’ına karşı, doğa kadar iyi-doğa kadar kötü Melek Tavus’u tasarımlamakla diyalektik düşünmenin yolunu açtılar bize.

Üç ilke, Beş Farz, Üç Büyük Günah ile yaşama tutunan; ahret kardeşliğiyle acıları ve mutluluğu paylaşma temelli bir örgütlenmeye giden; kirvelikle kendilerini kuşatan düşmanlarıyla birlikte yaşama olanağını üreten ateşin sahibi Ezidileri ya da Kırmızı Ezid’in Kuzularını bir makaleyle selamlayalım, istedik.

Gizliliği ilke durumunda öne alan ve dışa kapalı yaşayan dünün Ezidileri bugün, kapılarını dünyaya açıyor, bizi tanıyın diyor. Açılan bu kapıdan girmek, felsefelerini, öğretilerini ve inançlarını öğrenmek, kendilerine yönelik olarak başlatılan ve beslenmeye çalışılan karalamalara karşı toplumsal bir sorgulamayı başlatmak zamanıdır gün. Unutmayalım: Bugünü sorgulayıp yarına taşınamazsak eğer şimdide ölürüz.

Melek Tavus, tektanrıcı dinlerin şeytanı değildir, Zerdüştlüğün önsüz-sonsuz kötüsü de değildir. Hem tektanrıcı dinlerin şeytanına hem de Zerdüştlüğün Ehrimen’ine bir başkaldırıdır. Tektanrıcı dinlerdeki Şeytan algısını öne alarak Ezidileri Şeytan’a tapanlar olarak suçlamak, cahilliğin dışa vurumudur. (3) Tektanrıcı dinler öncesi, diyalektik karşıtlığın zorunlu yanı olarak tasarımlanan ve öğretmen olarak algılanan Şeytan ile akrabalık kurarken tektanrıcı dinlerin Şeytanından, yani önsüz-sonsuz kötüden firar eder Melek Tavus; firar etmiştir Melek Tavus bağlısı Ezdiler. Melek Tavus’u, tektanrıcı dinlerin Şeytan’ına bir başkaldırı olarak algıladıkları için Ezidiler, -Biz öyle değiliz, anlamında tavırlarını nesnelleştirmek için Şeytan terimini kullanmazlar, ötesinde, Şeytan’ı çağrıştıran ya da Şeytandaki harfleri içeren sözcükleri kullanmaktan da sakınırlar. (4)

Mir’in feryadı bunun kanıtı durumundadır: “Yezidi teolojisinde karar verici bir rolü olan Melek Tavus, Müslüman komşularımız arasında büyük bir karmaşa yarattı ve oldukça vahim yanlış anlaşılmalara yol açtı… İnancımız üzerine yalnız bölük pörçük bilgilerle donanmış çok sayıda Kuran bilgini Melek Tavus ile hem İncil’de hem de kutsal Kuran’da sözü edilen Şeytan’ı, isyancı meleği aynı kefeye koydular. Bu yanlışı temel alarak bize ‘Şeytan’a tapanlar’ denildi ve böylece katliamların doğal adayı olduk. Kendi inanç deneyimleriyle başkalarının inançları arasında karşılaştırma yapma alışkanlığı esasında zararsızdır. Hatta bu tür karşılaştırmaların belirli ön koşullar altında yararlı olduğu kanıtlanmıştır. … Azda’nın kendi maddesinden yarattığı ilkti ve emirlerini dinleyen de ilk oydu. Ama Melek Tavus, gördüğümüz gibi önünde boyun eğmeye de karşı çıkmıştı. Salt otoriteye karşı sonsuz bir başkaldırının da kurucusuydu. Başkaldırma, mutlak ve ilginç bir güce karşı çıkılması yoluyla Azda’nın yerinin onaylanması, Melek Tavus aracılığıyla gerçek anlamını ve değerini kazanıyor. Ancak karşıtların bağlantısı bu değerler sistemini öne çıkarıyor; bu sistem olmasaydı varoluş boş ve bu nedenle de daha sert bir çelişki olacaktı. İnsan öldürme düşüncesiyle silahlanmıştır ve buna rağmen öldürmemesi için uyarılır. İnsan yaratıcısına itaat etmelidir ve buna rağmen ona Melek Tavus aracılığıyla başkaldırının yolu gösterilir…” (5)

İyilik Melek Tavus’un yapısında olduğuna göre Melek Tavus’tan bağımsız ve O’na egemen bir İyilik Tanrısı olamaz: Demek ki Azda (Xuda, Xudê, Xudawend, Êzdan vb) iptaldir, yetkisizdir; daha doğrusu, varoluş tasarımı gereği eyleme geçer geçmez, O’nun eylemli hali olarak Melek Tavus halini alır. Yapısındaki karşıtların kavgasından, her şey ortaya çıkar. Kötülük iyiliğin, iyilik kötülüğün yiyeceğidir artık; iyilikten kötü sonuçlar çıkabileceği gibi, kötülükten iyi sonuçlar da çıkabilir. “Ezidiler kendi başına var olan olumsuz ve baştan çıkarıcı bir kuvvet olduğunu kabul etmezler. Bir insanın hayatını da önceden belirlenmiş, mukadder bir şey olarak görmezler. Dolayısıyla bir Ezidinin kötü davranışı, onun bir kötü güç ya da kötü insan tarafından yolundan saptırıldığı şeklinde açıklanamaz…. Ezidilikte iyi ve kötü ilkeleri birbirinden koparılmamaktadır. Tamamen kötü ya da tamamen iyi insanlar ve davranışlar da yoktur. Her şey çok anlamlı ve çelişkilidir. Böyle olunca, kötü bir eylemden ortaya olumlu bir şey de çıkabilmektedir.” (6)

Melek Tavus, karanlık-aydınlık ya da gizil nesnellik-açık nesnellik biçimindeki varlıkların birliğinin toplamıdır. Zıtları yapısında taşıdığı için Melek Tavus, zâhirde, dünyanın-evrenin, ötesinde dünyanın-evrenin parçası-birimi anlamında herhangi bir varlık ya da gökcismidir. Bâtında ise dünyanın-evrenin ruhu-canıdır. Açık anlatımla zâhirde ışık, bâtında karanlıktır.
Doğal olarak Melek Tavus’un aklı-bilgisi, yani yasaları kendi bedeninden-kendi ruhundan-canından derlenecektir: Işığın ve karanlığın yasaları-ilkeleri olarak bilince-inanca taşınacaktır. Zâhiri algıda Melek Tavus, somuttur; her somut varlık gibi, ışık saçarak kendisini tüketir. Saçacak ışığı kalmadığında yok olmaz, dönüşüme uğrar; soyut duruma gelir, yani bâtınî anlamda karanlık olur. Öyleyse Melek Tavus, değişen-dönüşen, yani doğan doğuran doğanın kendisidir. Bu değişim-dönüşüm, yani doğum, önsüzden-sonsuza akar gider.

Ezidiye düşen yükümlülük Melek Tavus’un yapısında gerçekleşen zâhirden-bâtına (ışık saçarak kendini tüketen) ve bâtından-zâhire (karanlık saçarak kendini tüketen) dönüşümün eğilimlerini saptamak ve bunu bilince-inanca bağlamaktır. Bağlanma gerçekleştiğinde her Ezidi, kendine ilişkin bilgiden kendini kuran bilgiye; doğaya ilişkin bilgiden doğayı kuran bilgiye taşınır: Taşınır taşınmaz, hem gizil nesnelliğin, yani hiçliğin-karanlığın, hem de açık nesnelliğin, yani somutluğun-aydınlığın aklıyla buluşur. Çünkü akıl, karanlığın içindeki aydınlık ya da aydınlığın içindeki karanlıktır.

Diğer taraftan Melek Tavus, keyfi davranan bir tapım kimliği değildir: Varlığının eğilimlerine aykırı davranamaz; kendi yasaları dışına çıkamaz ancak yasaları içinde özgürdür. Melek Tavus’un buyruğu, kendi özü gereğidir. (7) Tanrı buyruğu gökten inmez; Melek Tavus’un yapısından dışına taşınır. Her varlığın, sonsuz seçenekte var olabilme olanağı, Melek Tavus’un yapısında gizil olarak vardır.

Başlangıç tasarımlarında, İblis ya da Şeytan, diyalektik karşıtlığın olumsuz yanı olarak kimliklendirildi. Bu olumsuzluk bugünkü anlamının ötesinde bir zorluğu, güçlüğü ya da acıyı, sıkıntıyı anlatıyordu. Aynı zamanda olumsuzluğun yapısında, edilgin durumda bir olumluluk vardı. Olumsuzluk ile olumluluğun zorunlu birlikteliği, varoluş için kesin koşuldu. Olumluluktan olumluluk üretmek ya da olumsuzluktan olumsuzluk üretmek yanlıştı: Olumsuzluktan olumluluk üretmek ya da olumluluktan olumsuzluk üretmek doğruydu.

Bu tür tasarımlarda İblis ya da Şeytan, onların emrinde olduğuna inanılan cinler vb. birer karşıtlıktı. Acı, sıkıntı, dert veren olumsuzluk, huzur veren olumluluğa göre daha akıllı olduğundan, karşıtın kimliklendirilmiş biçimi olarak algılanan İblis, Şeytan ya da onların denetimindeki cin vb. birer öğretmendi. Bu nedenle hayvan-tanrıcılıkta, çoktanrıcılıkta, doğa-tanrıcılıkta ve insan-tanrıcılıkta İblis’e ya da Şeytan’a-cinlere yönelik tapım, doğanın bütünündeki birliğe, bu birliği anlamaya yönelik bir tapımdı. Doğal olarak gerçekçi idi; bize taşınan İblis ya da Şeytan kimliğiyle ya da bunlara yönelik tapımla bir ilgisi yoktu. (8)

KAYNAKÇA

(1) Bu makale, Korkmaz, Esat; Ezidiler/ Melek Tavus’un Talihsiz Halkı/ Kırmızı Ezidin Kuzuları, Demos Yayınları, İstanbul- 2015, s, 81-89 arası
(2) Sever, Erol; Yezidilik ve Yezidiliğin Kökeni, Berfin Yayınları; Dördüncü Baskı, İstanbul- 2006; EK-I; Emir Muaviye bin İsmail el-Yezidi; Zerdüşt Bizimle Konuştu; Almanca aslından çeviren: Erol Sever; s, 132; Omerxalî, Xanna; Êzdiyatî/Cıvak Sembol Rîtûel-Wergera ji Ingilîzî: Ergîn Opengîn; Avesta Yayınları; İstanbul- 2007; s, 78-86 arası
(3) “Hem Ortadoğu’da hem de Batı’da Ezidiler büyük ölçüde ‘Şeytan’a tapanlar’ olarak algılanmıştır. Ezidiliği bu şekilde hatalı bir biçimde nitelemek Ezidiliğin yanlış anlaşılmasını derinden etkileyen faktörlerin en başında gelir.” (Kreyenbroek, Philip G.; Ezidilik/ Arka Planı, Dinî Âdetleri ve Metinsel Geleneği-Çev.: Amed Gökçen/Damla Tanal-; İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul- 2014; s, 3)
(4) “Öteki inançlar tarafından kötü bir tabir olarak kullanılan Şeytan kelimesini Yezidiler kullanmazlar ve bu kelimeyi başka birileri onların yanında kullanırsa…. Bir hakaret olarak sayarlar.” (Guest, John S.; Yezidilerin Tarihi/ Melekê Tawus ve Mıshefa Reş’in İzinde; Avesta; Üçüncü Baskı; İstanbul- 2012; s, 66)
(5) Sever, Erol; Yezidilik ve Yezidiliğin Kökeni; Berfin Yayınları; Dördüncü Baskı; İstanbul- 2006; EK-I; Emir Muaviye bin İsmail el-Yezidi; Zerdüşt Bizimle Konuştu; Almanca aslından çeviren: Erol Sever; s, 130-133 arası
(6) Yalkut, Sabiha Banu; Melek Tavus’un Halkı Ezidiler; Metis Yayınları; Dördüncü Baskı; İstanbul- 2014; s, 64-65
(7) Korkmaz, Esat; Şeyh Bedreddin ve Vâridât; Anahtar Kitaplar Yayınları; İstanbul- 2007; Sayfa: 101
(8) Korkmaz, Esat; Şeytan Tasarımı Terimleri Sözlüğü, Anahtar Kitaplar Yayınevi; İstanbul- 2006; s, 634-654 arası; Lerch, Wolfgang Günter; Bağdat’ta Ölüm Hallac-ı Mansur (Çeviren: Atilla Dirim); Yurt Kitap Yayın; 2000- Ankara; Roman; Sayfa: 160

Miracım Hak–Esat KORKMAZ

MİRACIM HAK/ “Miracım Hak” adlı bu mektup Nejat Birdoğan tarafından, 2 Temmuz l993’te Madımak can yakımında yitirdiğimiz Koray Kaya’nın ağzından, ölümünün 1.yıldönümünde annesine yazılmıştır.

Miracım Hak, menzil yeni,
“Oğul” diyen dillerdeyim.
Işıdı umut sabahı,
Bir güleç göz parıltısı
Şavkıdı, yırttı geceyi.
Anladım; dost kollardayım…

Biri can mumunu yaktı,
Eğildi, yarama baktı.
Tanıdım, Baba İshak’tı,
Yöneldim hak türküsüne
Gün kızılı, dağ çiçeği,
Su başları yollardayım.

Birisi yıkandı, yundu
Baş eğip samah soyundu.
Birisi, bir dolu sundu
Gelen oğulun aşkına
İçtim, kevser içeceği
Hoşca bir dem hallardayım.

Kan şerbeti ezilende,
Gül derisi yüzülende,
Gözünden bal süzülende
Nesimi’nin can meşhedi
Ölüm dost, buldu gerçeği,
Hırka kefen şallardayım.

Yunus olduk yane yane
Döndük pervane pervane.
“Mansur” olana perva ne?
Sallanır canan zülfünde,
Gül kokar ana pürçeği,
Kına, gümüş tellerdeyim.

Görünce o yangın demim,
Bedreddin çaldı merhemim,
Bir huzura erdi gemim,
Bu yiğitler deryasında
Parlar insan geleceği
Barış, yelken yellerdeyim.

Hak insanın niyazında,
Erenlerin düvazında,
Cevri Emi’min sazında
Sıcak türkü, dost tezene,
Aha, oğul öpüceği,
Yanak yanak ballardayım.

Toplukırım Değirmeni Topraklar–Hasan HARMANCI

Toplukırım Değirmeni Topraklar

Hasan Harmancı

 

Kendiliğinden katliamları bilir misiniz? Yaşadığımız ülkenin birçok katliamı böyledir. Eylem var ancak eylemi yaratan ruh ortalıkta devam eder, tehdit eder, yeniden katledeceğini vaazeder ancak eylemi gerçekleştiren kadem basmıştır. Bu ruhun yaptığı eylemler korkaklıkla, sıkıştırmalarla yapılır. Asla mertlikle, erdemlerle gerçekleşmez. Çünkü vur-kaç taktiği uygulayarak var olur ve göz önünde de olsa adalete teslim olacak bir kimse ya da delil bulunmaz. Budur işte bizim “kutsal sandık”da bulunup da gün yüzüne çıkmayan.

Öldüreni, katledeni, öldürdüğüyle övüneni, hayata acı verenleri müthiş merak ediyorum. Çok bilmek, görmek isterim böylesi gelip-gidip bizi katledeni. Bir de bu katliamı alkışlayanı ya da katliamcıyla aynı gömleği giyip de o büyük katletme ruhunu paylaşanı, savunanı. Sivas gibi bir katliamın ardında binlerce insan var, sözde top ile tüfek ile dağıtılamayan bir kitle. Bir de binlerce göz ve bu gözleri kör nice necis vicdan. Bu utanılası katliam ve benzerleri tek başına bir kötülük taşımaz. İçerisinde tiksinti derecesinde bir karanlık, suskunluk, irin taşıyor. Yaptığı katliamdan zerre sorumluluk duymayan bir kitle.

Sivas sokaklarında yüzlerce insanı ölümle tehdit eden, onlarcasını yakan, yaralayan devasa bir kitle ve ruhu var aramızda. Neredeyse her bir evinde katliamın sözcüsü, gözcüsü insan var. Kimi, niçin öldürdüğünü, yaktığını bilmeden kahraman katil kalmak da ilginç bir durum oluşturuyor. Düşünsenize bir öldürme eyleminden geriye kalan katil ve katillik durumuyla yüksünmeden, sorgulamadan onlarca yıl bir arada yaşıyorsunuz.

Sivas’ta, o dayanılmaz kavurucu sıcakta gölgeden başını çıkaramazken, binlercesiyle sokağa taşmış bir toplu katliamın sevincini anlayamazsak bu toprakların neye kadir olduğunu da anlayamayız. Sivas bir öldürme, ölme ruhunu bilinçaltında taşıyor. Üstelik bunu adalet duygusu ve vicdan ile sentezlemiş bir düşünceyle savunuyor. Savunuyor diyorum çünkü vicdanlar hiç kararmamış, içeriden bir tek yürekli ses, çığlık toplumun önüne çıkıp da öldürmenin analizini, faydalarını ve gerekçesini açıklamadı, açıklayamadı.

Bu toplukırıma toplu bir destek anlamına geliyor. Katledenler bu katliamın mahalli olan Sivas’ı bir kale, öldürme gerekçesini ise onur olarak görüyor. Bu büyük düşmanlaşmış ruhu bilememekten, hissedememekten hüsran mı duymalıyım?  Bu kadar büyük bir kitlenin öldürmeye karar vermesinin arkasındaki alçaklığı, “hakikati”, düşünceyi kim bilmek istemez. Hele ki çoluk çocuğunu Sivas ellerine teslim etmiş onlarca aile.

Sivas’ı anlamaktan aciz kalmakla kendimi suçlu hissediyorum. Vicdanım o katliam gününden beridir yaralı ve bir Allah’ın kulu çıkıp da hakikati anlatmaya cesaret edemiyor. Binlerce öldürmeye inanmış ruh ve sessizliğin hükmü. Buna şaşmamak mümkün mü?

Sivas Katliamı’nı bilen, gören, duyan hiç kimseyi hakikati anlattığında “dönek” görmeyeceğim. Sadece gerçeği, gerçeği öğrenmek benim derdim. Ey öldürme hakkını kullanan Katliamın hakimleri arzum övündüğünüz katliamdaki “adalet”inizin sonucunu, hükmünüzün bedelini  bilmektir. Binlercesi susmuş bir güruhun sessizliğe gark olmuş ya da utanmış sonsuz bir ruhu olmalı.

Bu katliamı yapanlar kendilerince toplumdaki kötülüğü yayan zındıkları, Kızılbaşları yakarak katlettiler. Bu ne önemli ve değerli bir övünç değil mi. Aynanın karşısındaki yüzü bilmek istiyor insan. Bir Temmuz günü pusuya yatmışçasına şehri ateşe vermek ve binlerce ses olarak “oteli ateşe verin, yakın yakın” diye haykırmak nasıl bir nefretin hakikatidir.

Böylesi bir katliama destek vermek sıradan insan psikolojisi ile değerlendirilemez.  Bu hala devam eden bir düşünme biçimidir, kendinden saymadığını öldürmeye gark olmaktır. Konuklarını öldürebilecek kadar yargısı gelişmiş olan bir toplumun suskunluğu önemli bir sorundur. Yaptığını yanlış bulsa özeleştiri yapar, doğru bulsa bu seferde savunur. Savunmasının kitabını yazar. Ancak öldürdüğü belli olan katil kahramanları bile, “oradan geçiyordum, olaylarla bir ilgim yoktu” cümlelerine, kaypaklığına sığınıyorsa bu sorgulanmalı. Bu öldürme hakkını kullanan, tehdit eden ve yargılamayı yapan, hüküm verip onaylayan gücün, kitlenin içindeki iradenin, kendinden menkul durumun gerekçesi nedir?

Bir katliamın anatomisini, belleğini oluşturan resmî belgelerin saçmalığını, belgesizliğini, sahteliğini ise anlatmaya bile gerek yok. Baştan belirtmiştik bu tür adi saldırıların, kalkışmaların belgesi en az hafızası kadar birdenbire kayba uğrar. Lal ile sır bir araya gelir ve ölüme mahkûm ettikleri, elleriyle öldürdükleri insanların ailelerine karşı basit bir özrü çok görürler.

Toplumsal barışın altına dinamit koymuş ve katliamı sevinç çığlıkları arasında gerçekleştirmiş binlerce insanın suskunluğu kabul edilesi değil. Günahtan, yani kötülükten kendisini, bizzat kendisi arındırmış bir toplumun ruhsal yolculuğu Doğu-Batı ekseninde iyi okunmalı. Günahlarının kefaretini öldürerek tamamlama, cenneti garantileme. Bu günahkarların tarihsel yolculuğu, stratejistliği L. Freedman’ın “Strateji”sini de aşan bir tarihsel oyundur. Tarihin en eski saldırganlık türü de kullanılmış olsa, bu bir savunmadır, cezalandırmadır ve kalp ile zihnin bir ve aynı çalışmasını gerektirir. Sivas’ta öldürme isteği bu nedenle bir bellektir.

Bu bir vicdandır aynı zamanda. Bu vicdanı geleceğe bırakmadan sormak istiyorum. Binlerce insan hangi vicdanla inancı, yargısı için öldürmeyi alkışladı ya da seyretti. Bu öldürme duygusu nasıl bir doğruluğun, bilincin sesidir. Bu öldürmeyle vicdanlar rahata erdi mi, amacına ulaştı mı? Bu, günün ortasında başlayan ve saatlerce süren öldürme seremonisini bir heves mi sayacağız. Mahkemede dahi öldürdüğü çocuğun anasına bakarken bir zikir havasında olmak nasıl bir duygudur?

Öldürdüğünüze dair bir tanıklığınız, ikinci bir benliğiniz, ses veren hiç mi yüreğiniz yok. Binlerce katille yaşamak nasıl bir şey. Bu katilliği, kıyamı vicdansızlığı besleyen imanın kaynağı nedir, nereden gelir?

Sivas Katliamı tür olarak bir ilk katliam değildir. Nice kez modellenmiş, denenmiş bir katliam türüdür. İnsanları evlerinde çoluk çocuk ayrımsız katletme, cezalandırma bir kötülük olarak insanlığın belleğindedir.

Yazık ki tükenmeyen bir katliamcı tarih, kötülük tarihinin içinde yaşıyoruz. Öyle ki Devlet dahi bu öldürmeden memnundur, bu tür öldürmeleri meşru hak sayar. İnsanın kendi öldürülüşünün gerekçesini bilmesi belki de ikna edilmeyi sağlar. Hakikati bilmek, öldürmenin salavatını bilmek öldürülenin huzursuzluğunu taşıyanın, vicdanı kanayanın da hakkıdır.

Öldürmeyi kutsal sayan bir adalet düzeninden bir beklenti olamayacağı için geriye katledene sormak kalıyor. Yargı yetti, vicdan da mı yetti, gitti. Tüm zorluklara karşın ortada küçümsense de bir mahkeme kurulduğuna göre adalet arayanlarda hep olacaklar.

Kırklar–Frederick William Hasluck

2. Kırklar (442)

BEKTAŞILİK TETKİKLERİ
Frederick William Hasluck
Milli Eğitim Basımevi 2. Baskı
S.86-92

Türk coğrafya terimlerinde bazı “yuvarlak” sayılar, düzenli olarak kişisel bir anlamda kullanılmaktadır. Bunlardan en önemlileri “sayısız” anlamında “bin bir” ile aynı tarzda “çok” anlamında “kırk”  kelimeleridir (443). Birincilere örnek, İstanbul’daki “Binbir Direk sarnıcı” ve Likaonya (güney Konya civan)daki “Binbir Kilise”dir. İkincisi için de Kırk geçit (Rumca Saranda poros) adındaki pekçok nehirlerle, “Kırkağaç” kasabası; “Kırkgöz” denilen kaynaklar, Kırkin, Kırk ev ve saire gibi bir çok örnekler verilebilir. Bu yukarıdaki çeşitlenmeyi kırk kelimesini çok anlamına aldığımız zaman kendi kendine anlaşılan isimlerle yan yana sadece “kırklar” (444) (Rumca saranda) (445) diye adlandırılan bazı yerlerde görüyoruz. Bunlar özellikle Pontus’ta (446) pek çoktur. Gerçi daha başka yerlerde de mevcuttur. Meselâ (Misya) Bursa mıntakalarında, ki burada “kırklar” isimli hiç olmazsa iki köy (447) ve karye (Saruhan taraflan) vardır. Burada da eski Lorima (448) yakınındaki kilisenin harabelerinin bulunduğu bu isimde bir yer vardır. Nihayet Knidos (449)’un doğusunda bir eskımezara bu isim verilmektedir. Aynı şekilde (Kırkdağ değil) “Kırklardağı” gibi öncekiler tarzında, kırk kişi ile ilgi arz eden isimlerde henüz tamamen meçhuldür. Bu “kırklar”ın açıklanması gerekir.

Biz burada özellikle Türkiye ve yakın doğudaki kırkları dikkate alacağız. Dînî ve din dışı bir çok hususlarda kırk sayısına (kırk gün ve saire) ve kırklar gurubuna (kırk kişi ve saire) adım başında

rastlıyoruz. Türk halk masallannda kahramanın düğün şenliği düzenli olarak kırk gün kırk gece sürer. Doğum (450), evlenme (451) ve ölümden (452) sonraki kırk gün, buhranlı devrelerdir ve 7 Teşrini sani ile 5 kanunu sani arasındaki kırk gün zarfında fena ruhlar, çok faal bulunurlar (453). Haramiler, cadılar cinler, periler kırk kişilik çeteler halinde dolaşırlar (454). Aynı savı sihir konulannda tekrar görünür (455).

 

Gerek Hıristiyan ve gerek Müslüman dîni folklöründe bu sayıya sürekli rastlanır. Hıristiyanların büyük perhizleri kırk gündür. Halveti dervişleri de aynı şekilde nafile oruç ve çillelerini, kırkar gün olmak yaparlar (456). Mevlevîlikte bin bir günden ibaret olan ilk dervişlik kırkar günlük devrelere bölünmüştür (457).

 

Peygamber’in kırk hadîsi (458) ilh. Vardır. Şahıslar sayısına gelince… Bunda da kırk cadı, kırk cin..ilh gibi dünyayla ilgili guruplara karşılık dînde kırk velîden meydana gelen sayısız guruplar buluyoruz. Hıristiyanlar tarafında bunların en önemlisi Sivas (459) Sebaste ‘deki Kırkşehid’lerdir. Bunlar daha on altıncı asırda (460) şehir çevresinde yeri gösterilen gölde ölümlerini bulmuşlardır. Bunlann şehitlikleriyle ilgili kaplıcalar, bugün de gösterilmekte olup (461) meşhur mezarları da Ermeni kabristanındadır (462).

Kırk ermişe ait daha başka guruplar Sînâ (463), Edime (464) ve Malatya (465) ile ilgilidir. Müslümaniar

tarafında da yeryüzündeki kırk ermiş (466), kırk abdallar (467), kırk kurban (468), Ayasofya’da görünen kırk azîz (469) Kudüs’teki Mescide’l-Aksâ’da yöreselleştirilmiş olan Kırk Şahid (470) Şam’daki Kırk Sahabeye (471), Dicle üzerinde bulunan Tıkrit’te (472) Remle (473) ve Boğaziçi’nde Horozköyü’ndeki (474) kırk velîye rast gelinir. Aynı şekilde yine Boğaziçi’nin Asya tarafında

Akbaba civarında kırk kadın evliya (kırk sultan) ziyaret edilip Kendilerine saygı gösterilmektedir

(475). Kırk evliya fikri Müslümanlar için yabancı olmadığından bunların, aynı adı taşıyan Hıristiyan tapınıcılarından uzak durmalarından çok, buralara yaklaşmaları pek tabiîdir.

 

Sina’daki kırk azizin Hıristiyan olduklan halde, mutaassıp Birinci Sultan Selim (476) tarafından özel bir hürmete mazhar olduklan ve Sivas’taki kırk evliya adına olup bunlann kalıntısının bulunduğu manastır ve kiliselerden hiç olmazsa biri kırklar tekkesi adıyla İslamiyete kabul edilmiştir. Pontus taraflarında Zile civarında, çok eski Sarin olan bir köyde yerleşmiş bu tapınak, gerek Hıristiyan ve gerek Müslüman hacılar tarafından ziyaret edilmektedir (477). Ancak 1571’de Türkler tarafından fethedilen ve halkı daima çoğunlukla Hıristiyan bulunan Kıbrıs’ta da bir Kırklar Tekkesi vardır. Lefkoşa (Nicosia) civarındaki bu tapınak da dışarıdan Müslüman olmakla beraber aynı şekilde gerek Hıristiyan ve gerek Müslümanlar tarafından ziyaret edilmektedir (478). Yukarıda zikredilen Müslüman kırklarından hiç olmazsa bazılarının buna benzer bir Hıristiyan geçmişleri olsa gerektir. Özellikle Tikrit, onuncu asra kadar (479) yakın bir zamanda büyük bir manastırı olan bir Hıristiyan merkeziydi. Remle’deki kırklar da Hıristiyanlar tarafından benimsenmektedir.

 

Türkiye’deki Kırk Kilisede de böyle bir gelişmenin izleri vardır. Şehrin adı, ilk bakışta sanılacağı gibi kuvvetle muhtemeldir ki Kırk kilise’den değil, belki de civardaki Edime şehriyle bağlantılı bir Kırk Azizler Kilisesi’nden doğmuştur. Bu varsayılan kilisenin adı ve yeri herhalde bugünkü ve dış görünüşüyle Müslüman (480) Kırklar Tekkesi olarak hatırada kalmıştır. Şehrin adının doğru ve imlası Kırk Kilise değil Kırk Kimse olduğu, çünkü şehrin, bir zamanlar adlarına küçük bir mescid veya duâgâhın hediye edildiği yerden bazı zatların yerleşme yeri olmak üzere kutsal tutulmakta olduğu hususundaki Türk söylentisi de anlamlıdır (481).

 

Kırk Kilise’nin doğrusu Kırklar Kilisesi ise daha başka benzer hallerin aynı tarzda yorumlanabileceği

açıktır. Özellikle Bergama civarında bir kasabanın ve Truva civarında (482) bir köyün adı olan Kırkağaç da sadece kırk ağaç veya kırklar ağacı şeklinde kutsal ağaçlar müslüman ve Hıristiyanlarca

pek bilinir ve Trakya limanlanndan biri olan Dedeağaç (Evliya ağacı)na böyle birisi ismini vermiştir (483). Adalya civarında Kırk Camii (Kırklar Camii) denilen köyün ismi de bu Kırklar Tekkesi sınıfına dahil olur (484). Burada, bildiğime göre hiçbir Hıristiyanın doru olduğunu bildirmesi, kırk azîz gurubunun her iki dînde de pek bilinmesine dayanarak pek güçtür. Üçüncü bir ihtimali de dikkate alabiliriz ki o da kırklarla ilgili yerlerin aslen hiçbir evliya ile ilişkisi olmayıp sadece haramiler, umacılar, cinler, periler ve benzeri dünyaya ait şekillerle bağlantılı olmasıdır. Kappadokya’da bulunan İncesu’daki kırk kırk cinlerle ilgili mağaralar gibi (485). Fiiliyatta belge olmadığına göre, çeşitli kırklara bakarak isim alan yerleri gerçek sahiplerine yakıştırmak çok kere imkansızdır. Hıristiyan Kırklar‘ı ye ziyaretgâhları diğerlerine göre batı gezginlerinin dikkatini çekmeye daha müsaittirler. Bazı hallerde, meselâ Pontus’taki Sarin’de, Hıristiyan şeceresi (soy kütüğü) ispat edilmiş sayılabilir. Başka yerlerde, meselâ Amasya ‘nın yukarısındaki Kırklar Dağı’ndaki Sivas mıntakasına dahil eski bir şehir farz edilebilir. Hacı Halife’nin zikrettiği Bolu civarındaki (486) Kırklar Dağı gibi daha başkalarında ise yakın denilebilecek mertebede kesin hiçbir bilgi elde edilemiyor. Genel esaslara dayanarak belki de Sivas çevresindeki Kırkları tercihan Hıristiyan sayabiliriz. Yıkık kiliseler gibi muhtemel dînî yerleri, özellikle Sivas’ın Kırklarının şehit oldukları yerler (487) bir göl olduğuna göre, göl kenarlarındaki yerleri Hıristiyan azizlerine yakıştırabiliriz. Diğer yandan mağaralar, fakat tamamen tekelleştirilerek dünya ilgili

şekillere yakıştırılabilir. Dağlar da her iki türk kırklar için uygundur. Fakat her bireysel özelliği doğrudan doğruya kendisinin şahitliğinden çıkarabiliriz.

 

Kırk azîze ait Hıristiyan hürmetinin kaynağı ve gelişmesine gelince… Kappadokya’daki Kayseriyye

civarında, bu gibi maddeler de halk geleneğinin ne kadar dalgalı olduğunu ibret verici bir şekilde gösteren bir örnek vardır. Burada pol Lucas’a (488) içlerinden bir kısmı, henüz çürümemiş bir çok kemikler bulunan bir yer altı tapınağı gösterilmiştir. Bu gizli tapınağın Hıristiyanlar tarafından bulunarak Kırk Bâkir Şehit’ler gurubuyla bağlantılı kılındığı anlaşılıyor. Burada ermişliğin kemiklerin korunmuş kalışından, geleneksel kırklar adedinin kemiklerin miktarından ve cinsiyetlerinin de herhangi bir, meselâ rüyâ gibi (489) bir takım şartlar altında çağrıştırdığını var sayabiliriz. Zamanımızda tapınak daha iyi bilinen birtakım gelenek ile bağlanmakta ve Sivas’taki Kırk (erkek) şehidlerin yortu günü burada da âyîn yapılmaktadır (490). Hıristiyanlar için. Kırklar’ın bulunduğu her yer bir tapınma merkezi olarak civardaki bölgelere dal budak salıverecekti. Bu yön, Sivas meselesinde görülmektedir. Gerçekten buradaki Kırk Aziz’in kalıntısı, geniş bir alanda yayılmıştır (491). Misya (Bursa) gurubu için (492) bu kırklar, Hıristiyan kaynaklı iseler de (493) şimdiye kadar bunlara bir merkez tayin edemiyoruz. Karya, Menteşe tarafları için şu aşağıdaki açıklama yapılabilir.

 

Grünemberg (1486)’in Hacname’sinden öğrendiğimize göre, Rodos’ta kırk değil yirmi lahd bulunan

bir kubbesi olan Kırk Şehitler kilisesi vardı. Bu husus her lahde iki aziz yakıştıran halkın dindarca inançlılığı için bir engel değildi. Bunların kalıntısı, var sayıldığına göre, Türkler tarafından denize atılmıştı (494). Karşı taraftaki karada oturan kırklar’ı da bu merkeze katmak gerekiyor. Lorima civarındaki Saranda denilen yerde buna ait bir rivayetle iki taraflı bir mabedin harabesi var (495). Knidos (496) civarındaki Hıristiyan kabri hakkında hiçbir rivayet nakledilmemiştir. Ona çağ haritacılarınca bizim teorimizle uyumlu bir bağlantı arzeden hiçbir “Saranda” (Kırklar) bilinmemektedir. Rum azîz yanında kullanılan zorlayıcı sebeplere vakıf olan bir kimse Türklerin kutsallık tanımaz hareketlerinden sonra bu sahillerde denize atılmış olan kemikleri Hıristiyan halkın ne büyük bir istekle Rodos’taki kırk azîz’le bağlantılı göstereceklerini düşünebiliriz.

 

Aynı zamanda Kırklar saygısı, böyle dağıtım merkezlerinden bağımsız da ortaya çıkabilir. Çesnola’ya Kıbrıs’ta Pyla burnunda bir miktar kemikler bulunan bir mağara gösterilmiş ve rehberi, bunların kırk azîze âit olduğunu ve birkaç sene evveline gelinceye kadar köylülerin, dokuz mart yıl dönümünde (Sivas kırklar’ı yortusunda) papaslarla gelip burasını ziyaret ettiklerini, fakat Kıbrıs Rum başpiskoposunun bu ziyaretlerin icrasını emrettiğini söylemiştir (497).

Bir Türk mıntakasında bulunan terkedilmiş bir Hıristiyan “kırklar” tapınağı, ya dünya ile ilişkilendirilerek

kırk cin ziyâretgâhı sayılır veya Sarin’de olduğu gibi Müslümanlaştırılır. Bu husus var sayılan işgalcilerin Türk halkına karşı ( kötü veya iyi niyetlli) bir tavır aldıklarına göre büyük ölçüde değişir (498). Fakat bu teorik düşünce daha aslında Müslüman olan bir Kırk Evliya türbe yeri veya daha aslında dünyayla ilgili olan Kırk Cinler söylentisi imkânını ortadan kaldırmaz.

—————————-
(442) B.SA, XIX, s.221-228.

(443) Kırktan aşağı sayılar içinde “beş” garip bir müstesna rakamdır. (Bakınız Walpole, Travels, 205 ve Arundell, Asia Minör, 1,75) Genellikle kesin sayısal kıymetlerini korurlar. Buna dayanarak “beş”in “birkaç”, “iki üç” anlamına geldiği anlaşılıyor. Kırk gözle tabii bir şekilde sayıyla bilinenden daha büyük bir miktarı takdir eden ve bin bir ise hiç sayılması imkanı olmayan bir adedi, üstü örtülü olarak ifade eder.

(444) Kırklar kelimesinin sonundaki çokluk eki, kelimenin sıfat değil isim olduğunu gösterir.

(445) Yer adı olarak kullanılan kırktan başka sayılar için bakınız: Konya Civannda, Huart, Konia, 126) Dokuz ki bunun tam adı dokuz Han Dervend (Dokuz Han Menzili” olduğunu, nasılsa biliyoruz. Ayaslog ile İzmir arasındaki Tryanda (…, Dukas, 193 b) Genellikle Romalılar Caddesi üzerindeki 30 değirmen taşının hâtırasını doğruladığı şeklinde yorumlanır. Fakat şurası da akılda tutulmalıdır ki aynı adda Rodos’ta da bir köy bulunduğu halde böyle bir îzâh, burası için mümkün değildir.

(446) B.C.H. 1909,27’de Greguvar, Mel. Fac. Orient (Beyrut), 1911, XXXVHl’deJerphanion.

(447) 1)Bergama civarında, 2) Balya’nm batısında (Philippson, Karte des W. Kleinasiens, Sonuncusu, eski bir yerdir ( Philippson, Reisen und Forschuııgen, 1,37).

(448) Chaviaras, … , XV.; 537 ve devamı.

(449) Halliday, Folklore, XXIII, 218

(450) Camoy ve Nikolaides, Trad. Pop. De l’Asie Mineure, 308-310.

(451) Aynı yer, 315.

(452) Avnı yer, 324.

(453) Aynı yer, 305.

(454) Mister Helidey’in lutfuyla haberdar olduğum Kunos’un Türkische Volksmarchen aus Adakale ait iki not (84,90) Kırkların, Türk folklöründeki bir ruhlar gurubu olmak üzere tanındığını, fazla aynntı vermeksizin kabul etmekle biraz ileri gidiyor.

(455) Bakınız, Abbott, Macedonian Folklore, 229 (Kırk Adımlar) Blum, People of Turkey, II, 257. (Kırk çocuğun yağından yapılmış mum); D’Ohsson, Tableau, 1,241 (Cenazeyi mezarlığa kadar taşımak kırk günahı affettirir); ve önceki eserler.

(456) D’Ohhson, Tableau, II, 308.

(457) Huart, Konia, 203.

(458) D’Herbelot, Arbain (Erba’în)maddesi: Kırk sayısının kullanımına eski Yunan âyinlerinde de rastlanır. Bu, Sami bir kaynaktan gelmiş görünüyor. (Archiw f. Religionsw, 1909,207). Nasıl ki aynı şeyi bugünkü Yunanistan ve Türkiye’de ve bir dereceye kadar Latin hıristiyanian da kabul etmiştir; Kırk günlük endülüjanslar Roma kilisesince pek bilinirdi.

(459) Synax, CP, Man, 9.

(460) Khitrovo, itin. Russes, 245.

(461) Cumont, Stud, Pont, 11,225. Gölün kenanndaki hamam, soğuktan donmuş şehitleri kendilerine getirmek için kızdırılmıştı. Burası genellikle Sivas kırklan tipinde tasvir edilmektedir.

(462) İzmirli Mösyö Ekisler tarafından Sivas’ın kırkları Ermeniler tarafından yüceltilmekte olup bunlarca Karason Manog (kilisenin) kırk çocuğu diye bilinir. Eynsvors’ün Sivas’ta ziyaret ettiği (Travels, II, 12) Kırklar Manastırı herhalde Ermeni idi. Batıda bunlar daha Roma’daki S. Maria Antiquae’deki eski resimler arasında görülmektedir. (B.S.R., Papers, 1,109).

(463) Baedeker, Syrien, 205; Agnes Levis, Horae Semiticae, III.

(464) Synax, CP. L Temmuz, 10 fakat Sivas’ın evliyası, diğer yerlerde olduğu gibi Edirne’de de 9 Martta kutsanılmaktadır (… 1 .32 VE DEVAMI). Özellikle Edirne mıntakasıyla ilgili olan Aynoroz’daki

Horopotamos Manastırı, aynı günde yortu yapmaktadır.

(465) Procopius (de Aed, 1,7) İstanbul’da kalıntısının bulunduğunu zikrediyor Synamon da 21 Temmuzda Midilli’deki üç aziz zikr edilmektedir. Fakat Malatya’da kırklar geleneği ve bunların kalıntılarının bulunduğu kilise halen mevcuttur. (Texier; Asie Mineure, II, 35). Türkiye ve Roma’daki kırk Hıristiyan azîzi için bakınız Delehave, Culte des Martyrs, 278,281, 319.

(466) D’Ohsson, Tableau, 1,104.

(467) Hammer-HIler. His. Emp. Ott., 1,156.

(468) J.P. Browıı, The Dervishes, 163.

(469) Evliya, Travels (Hammer Tercümesi), 11,60.

(470) Syrien, 60.

(471) Aynı yer, 317, Pocock, Descr. Of the East, II, 12.

(472) G.L.Bell, Amurath to Amurath, 217.

(473) Bedeker, Syrien, 13.

(474) Evliyâ, Travels, 12,73.

(475) F.W.H.

(476) Athos. P.Meyer, 63 ve devamı. Sultan Selim , mutaassıp Sünnî bir Müslüman idiyse de Hıristiyanlara karşı daha fazla (söylendiğine göre) Rum eşinin etkisiyle serbestlik tanıyıcıydı. Bakınız, özellikle Hist. Pol.(Cnısius,urcograecia, . . .;

(477) Gregoire, B.C.H. 1909,25 ve devamı ve Pont, Stud, III, 243) Aynı şekilde Mel. Fac Orient, 1911, XXXVIII.

(478) Hacken, Church in Cyprus 421; Lucach, Handbook of Cyprus (1913), 47.

(479) Le Strange, E. Chaliphate, 57; Sachau (Anı Euphrat und Tigris, 88), 47. Tikrit’teki kırklar gurubunu bir Hıristiyan temele bağlıyor.

(480) (F.W.H.). Kırklar tekkesi Mösyö Christodoulos tarafından … 245 zikredilmekte ve şehrin adının da bu tarzda türediği belirtilmektedir. Bugünkü kırk kilise şehri İstanbul, Şumnu ve Rusçuk arasında bir konak yeri olarak ortaya çıkmıştır.; Byranos zamanlarında buraya dair bir şey bilmiyoruz.

(481) ‘Walsh, Journey, 147; Frankland, Travels, 1,70’te bu kutsal adamlar, halk ermişi Santon diye vasıflanmaktadır.

(482) Tchihatcheff, Bosphore, 381.

(483) İstanbul’da Büyükdere civanndaki yedi kütüklü çınar ağacı “kırkağaç” (Byzantios, … II, 157) ve Kırk kardeşler adını taşımaktadır. Aynı şekilde Eyüp civannda Kırkserviler denilen bir yer olduğu anlaşılıyor (Hammer, Constantinople, I I 37, Prokesch, Denkwürdigkeiten, 1,43), şehir dahilinde de Kırkçeşme vardır. (Murray, constantinople, 52). Yapılacak yeni araştırmalar, bunlan gerek başkent ve gerek sair yerlerde saygı gösterilen Kırk şehitler ‘le ilgili kılınabilir (veya kılınamaz). (Ducange, Christiana. PC, IV, s. 134 ve devamı).

(484) B.SA, VII, 221: Burada câmiin tamlayan şekli kırk’ın isim olarak kullanıldığını göstermektedir. Kırk Camii, eski fakat kitabelerden anlaşıldığına göre Hıristiyanlık dışı bir yerdi.

(485) Karnva ve Nikolaidis, Trad. Pop., 557.

(486) Vivien de S.Manin, Asie Mineure’nin (Arman Tercümesi), II, 718.

(487) Beyşehir Gölü, herhalde buna dayanarak ortaçağlarda bu kırk şehit adına işaretlenmiştir.

(488) Voyage en Grece (Amsterdam, 1714), 1,139.

(489) Galiba bunun Kayseriyye’deki halkın önemli unsuru olan Ermenilere atfedilmesi gerek. Rikolt’un

İçmiyazin Lejand’ı hakkında verdiği bilgi (Greek and Aımenian Church, 398 ve devamı) Ermenistan’a giden 70 kız misyonerden söz eder. Bunlardan kırkı yolda ölmüş. (Tavernier, Six Voyages, I, III; Toumefort, XIX. Mektup; Tchanich, Hist, Of Aımenia, 1,161,

(490) Gine Asie Mineure, 1,310; Murray, Asia Minör, 51; Benardaki’nin Echos d’Orient, XI (1908), 25’teki bildirileri kız evliya geleneğinin halen varlığını gösterir: “Burada dimdik bir kayanın üstüne oyulmuş bir çok haç görülüyor. Bölge, Hıristiyan takibatı zamanında kırk genç kızın, karşıdaki kayanın kovuklanna saklanıp burada öldüklerini rivayet ediyor. Hıristiyanlar Sivas’taki kırk şehitler günü, burasım ziyarete gelirler.”

(491) Delahaye; Le Culte des Martyrs, Delahaye, 73.

(492) Yani yukanda (s.90) zikredilen iki Kırklarla, herhalde s.86’daki iki Kırkağaç.

(493) İtalyan deniz haritalarında Lectum civarında Aya Saranda denilen bir sahil köyü kayıtlı olduğu hususu bu kabule az çok bir temel olmaktadır. (Ak. Tomaschek, Wıen, Sitzber, CXXIV, VUI, IV).

(494) Goldfriedrich baskısı, 52: Bunun üzerine deniz kenarında oturan ve Kırk Şehitler denilen bir kiliseye doğru atlandık. Orada derin bir kuvve içinde daha yirmi lahit vardı. Buradaki azizlerse hep çift çift yatıyordu. Yaklaşık bir çok sene önce Türkler buraya gelmiş, mezarları kırık açmış ve kıymetli ermişlerin kemiklerini denize atmışlar. Oyma ve boyalı resimleri kırıp veya süngülerle delmişlerdir.”

(495) … , XIV, 537 ve devamı.

(496) Folklore, XXIII, 28.

(497) Cvpnıs, 183

(498) Meselâ bağımsız Yunanistan’da, Pylos’ta Delikli Baba denilen Türk “dede”si, aslında bir Hıristiyan azizi olarak kabul ediliyor. Halbuki Nauplia’da bunun adaşı Rum-Türk folklöründe müşterek olan (Polites, … 209,246) muhafız arap’ın özelleştirilmiş bir şekli oluyor. Her türlü ihtimale göre, her iki aziz de Türkler tarafindan insanileştirilmiş Delikli Taş yani mağara tapınaklanydı. Bunlardan biri, ötekinin aksine şüphesiz ki faydalı sonuçlarla Hıristiyan ziyaretçiler tarafından da ziyaret edilmekteydi.