Monthly Archives: Eylül 2019

Zeytin Dalı, Kuran ve DİB–Hasan Harmancı


Zeytin Dalı, Kuran ve DİB
Hasan Harmancı

“Diyanet İşleri Başkanı Alevi İnanç Kurulu’nu neden ziyaret etti?” sorusu önemli bir tartışmayı yeniden tetikledi. Yaşadığımız toprakların inançsal sorunlarının önemli bir muhatabı olarak görülen Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) Alevilerin gözünde bu sorunları çözen değil daha da kaşıyan ve artmasına neden olan bir yapı olarak görülmektedir. Camilerde örgütlenen katliam planlarıyla, provokasyonlarla Aleviler katledildi, hakarete uğradı ya da bunu engelleyecek hiçbir tutum içinde olmayan ve üç maymunu oynayan bir kurum durumundadır. Dinsel politikaların örgütleyicisi DİB toplumsal sorumluluk yaratmak yerine, Alevilerin toplumsal uzlaşma arayışlarına her zaman bir anahtarsız kilit olmuştur. Alevilerin taleplerinin Mecliste ya da başka yerlerden gelsin yönlendirildiği kurumdur. DİB Alevi talep ve beklentilerini muhatap alıp çözmek yerine yok saymıştır. Alevi inançsal talepleri kırmızı çizgi sayılmıştır. Bu nedenle Aleviler DİB’e güvenmezler. Alevilerin Alevi kurumları üzerinden halen sürdürülen Cemevi mücadelesi DİB tarafından bir yolla yönlendirilir ve durdurulur. Tüm kamu kurum ve kuruluşları bu Başkanlığa sığınırlar. Beklentiler yükselince de muhatapsız Alevilik, Devlet nezdinde inançsal bir muhatap bulamadan oyalanıp gider DİB odalarında sümenaltı olur. Güzelim dünyada Alevilerin sorunları azalsın diye beklenirken, arttar da artar. Buna şimdiler de bir de Başkanlık sisteminin getirdiği güvensiz ortam eklenince, Aleviler için neredeyse Devlet de herhangi bir devlet kurumu da yok hükmündedir.

Alevi toplumunun beklentilerini DİB üzerinden çözmek mümkün olmamakla birlikte, Devlet aklı bunu maharetli biçimde yürütür. İçişleri bakanlığına başvurursunuz, bilirkişi olarak DİB’ten yanıt gelir ya da Meclisten yanıt beklersiniz, DİB’in görüşü önünüze sürerler. Aleviler için Devlet bir anlamda Diyanettir. Yani toplumsal bir yüzergezer muhatap olarak DİB camilerde örgütlediği akılla, inanma biçimiyle Alevileri var saymak yerine, cemaatinin saldırı ve baskısını ne durdurur ne de bu durumlarda sesini çıkarır. Olması gerekeni hiçbir zaman gerçekleştirilmez. Aleviler yönelik bir barış, sevgi ve adalet duygusuna yer verilmez.

Yaptığı en iyi şey, Alevilere don biçmektir. Alevilik tanımı yapmaktır, İslami tandanslı Alevi yayınlar yapmaktır. Alevilikle ilgili açıklamalarda bir kez dahi laiklikten yana kurumlaşmış Alevi aklını, bilgisini kendisine muhatap almaz, bundan kaçar. Yetmez, gider bu kurumların karşısında örgütlenen ve yine Devletin belli organlarınca beslenen ya da örgütlenen Alevi Kurumu iddiasında bulunanlarla ya da Alevilerin adını dahi bilmedikleri muhatap kişi ve kurumlar yaratarak, Alevileri şaşkına uğratır.

Fetullah Gülen hezimetinden bu yana başlayarak Aleviler ile ilgili olarak nereye savrulacağını bilemeyen DİB yeni muhataplar arıyor. CEM Vakfı vs gibi Gülen’e referans olmuş kişi ve kurumlarla çalışmanın bir bedeli oldu mu bunu siyaseten Alevilerin bilmesi pek mümkün olmadı. Daha önceleri sanki işi daha kolaydı. Alevilerin Anayasal hak ve talep muhataplığı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) görüşülüp de karara bağlandığından beridir Devletin aklı da DİB’in aklı da karışık. Üstelikte bu davayı açanlardan birisi de Cem Vakfı çevresi. Bu Vakıf da şaşmıştır AİHM Alevilere yönelik kararına. Devlet bir türlü asıl muhataplarıyla, Alevilerin kendi özgün gücüyle, örgütlü, demokratik ve rızalık temelli oluşmuş kurumlarıyla bir araya gelmek istemiyor. Mahkeme, “Türkiye’de Alevilerin din özgürlüğü haklarının ihlal edildiğine ve kendilerine dini planda ayrımcılık yapıldığına hükmetti”ğinden beridir, Devlet muhatapları konusunda nasıl bir yol izleyeceğini bilemedi. Önce Alevilerin Serçeşmelerinden olan ancak dağınıklığı açıkça bilinen Dersim bölgesini üs olarak seçti. Oradaki dağınık örgütlülük üzerinden Alevilere “zeytin dalı” uzattı. Ancak bu zeytin dalını Kuran’ın içine yerleştirmişti. Oradaki Alevilerde İslamız, dinimiz bir vs deyince, DİB Aleviler arasında memnun, kendisini sahiplenmiş, kapısına kırmızı halı sermiş güçlü bir kişi ya da kurum bulamadı. İşler daha fazla sarpa sarmaması için sessizliğe büründü. Ancak AİHM kararı da ortada. Bir yol bulunmalıydı.

AİHM Kararı CEM Vakfı üzerinden yola çıkılarak alındığı için, büyük Alevi örgütlülüğü için de sancı durumundadır. Tabii Sinan Işık ve Hasan Zengin’in Alevi kurumsallığına armağan ettiği AİHM kararlarını da unutmayalım. Cem Vakfı’nı buna zorlayan da bu kararlardır. Aleviler DİB gibi bir kurumun laikliğin altını oyduğu fikrinde ve Alevilerin Türkiye’de mutlu ve huzurla inançlarını yaşayamamalarının altında DİB’in yönlendirmesi bulunduğunu düşünüyorlar. AİHM kararı “Türkiye’yi, Alevilere Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesinden pay ayrılması, kurumsal destek sunulması, Cemevlerine yasal statü verilmesi, zorunlu din dersleri hikâyesi ile boğduğu Alevi çocuklarının rahat bırakılmasını içeren epey bir Alevi reformunun gerçekleştirilmesine zorluyor.

Dersim Deneyimi ve Yanılgı

Ancak Alevileri yok saymayı maharet saymış Devlet ve DİB çözüm üstüne çözüm öneriyor. Ali Erbaş Dersim’de; “Sizin talepleriniz bizim de taleplerimizdir. Aynı düşünceye, aynı inanca sahibiz. Kıblemiz, kitabımız, peygamberimiz bir. Ehlibeyt sevgisi noktasında hiçbir farkımız yok…” dedi ve eklemeyi de unutmadan kendisini kimin gönderdiğini de söyledi; “Bu vesileyle taze Sayın Cumhurbaşkanımızın selamlarını da hepinize iletiyorum.”

Bu muhataplık Aleviler için bir şey ifade etmedi, etmediği gibi Alevi örgütlerinde Devlet’e, DİB’na güvenilmezliği arttırdı.
DİB’in Alevilerin güçsüz olduğu yerlerde nasıl bir yol izlediği ile güçlü olduğu yerlerde nasıl bir yol izlediği herşeyden önce Dersim’de ve Avrupa sınırında bulunan Harabati Dergâhı davasında izlenen muhataplıktan bellidir. Dersim’de, başka, Harabati Dergâhı’nda başka bir iş çeviriyor. Nereye gitse büyük Alevi çatı örgütlülükleri ile muhataplığa zorlanıyor. Ancak bu “zındık” Aleviler bu işin başı ne yazık ki.

DİB kurumsal muhatap ararken artık Mülki amirlerini de işin içine katıyor. Bunun birçok gerekçesi var. Bununla Alevileri başka bir yolla da sıkıştırıyor. Muhataplığı zorunlu hale getiriyor. Valilerin bağlı olduğu kurum olan İçişleri Bakanlığı’nın bu güne kadar ki Alevi talep ve başvuruları DİB’e yönlendirmesinden de anlaşılıyor ki, Alevi inancına yönelik tek muhatap DİB’in kendisi değil, beraber hareket ettiği kurumlardır da. Ancak sözcü DİB başkanı.

ABF ve Zorunlu Ziyaret

DİB’in AİHM kararları karşısındaki çaresizliği daha örgütlü ve güçlü olunduğu bilinen ABF İnanç Kurulu Başkanı’nı muhatap almaya kadar götürüyor. Bu kararı DİB ve diğerleri nasıl aldı bilinmez ancak bu önemli bir değişimin de habercisidir. Çünkü ABF İnanç Kurulu Başkanı Hasan Kılavuz, Alevilerin toplumsal mücadelesinde simge bir isimdir ve uzun süre Devlet ve DİB’in lanet ettiği, Alevileri Avrupa’da onurlu bir biçimde temsil eden AABF İnanç Kurulu başkanlığı da yapmıştır. Kılavuz’un her iki İnanç Kurulu’nun kuruluşunda bulunması, kurumsal kimliklerinin gelişmesinde emeği yüksektir. Kılavuz, Alevi mürşit ocakları arasında yer alan Seyit Sabun Ocağı Mürşidi’dir aynı zamanda. Cem yürüten eylemli bir Dede’dir ve görüşleri ne Devlet ne de DİB ile uzlaşma götürmez kadar Aleviliğin içsel toplumsal dilini ve beklentisini taşır. O bir Müslüman değil, Alevi’dir. Görüşlerinin temelini “Aleviliğin kendine müstakil bir inanç olduğu” oluşturur. Türkiye’de ve Avrupa’da kurulan Alevi örgütlerinin çok önemli bir kısmı da bu görüşü savunmakta ve Alevi inançsal ve felsefi söyleminin İslami bağnazlık karşısındaki en güçlü sözcülerinden birisidir. Üstelik son zamanlarda Alevilerin büyük çıkışlarından biri olan Hacıbektaş Deklarasyonu’nun mimarlarından. Bunlar ayrı, bir de Kılavuz’un başında bulunduğu Kurum Aleviler için tam da DİB’in eşiti, dengi bir kurumdur. Acaba Devlet muhatap kurumlar arasında denge mi kurmaya çalışıyor. DİB’in hatası, dengi muhatabına “çay içmeye” gitmesindedir. Sanırım utangaç bir başlangıç böyle oluyor. “Özür dilerim” diyemeyince geçmişi yok saymayı tercih ediyor.

Böylesi özellikleri bilinen bir Dede’yi ve bu görüşlerin güçlü temsilcisi olan İnanç Kurulu Başkanı’nı ziyaret eden Erbaş’ın bu ziyareti daha çok konuşulacak gibi görünüyor. Üstelik birada da Kuran içinde “zeytin dalı”nı sunmayı unutmuyor. Ancak dinimiz, peygamberimiz bir vs gibi şeyleri pek diline dolamadan barış, kardeşlik demekle, sorunlarınızı daha yukarılara taşıyacağım sorumluluğu ile yetiniyor. Sorunlarını bilmediğiniz bir yere çay içme sırasında anlat demek pek politik bir yaklaşım olmamakla birlikte, Aleviler gelen mihman Ali’dir diyerek sessizliklerini korur ve kapılarını açarlar. Alevilerin dergahlarına nasıl girildiğine bakmazlar, nasıl çıkıldığına bakarlar. DİB elçi olarak geldiği kapıya heybesindekileri bırakacak mı bırakmayacak mı, bu önemlidir. Eksik olan bu kadar hızlı bir ziyaretin anısına, İnanç Kurulu’nun da DİB’e bir bağlama ya da Zülfikar hediye edecek hazırlıklarının olmamasıdır.

Sınırda Arayış

Şimdi Suriye’den göç eden yüzbinlerce mültecinin, Arap Alevisinin yoğun olduğu bir kent olan Mersin’de Suriye’nin çoğunluğunu oluşturan Arap Alevisi Türkiye vatandaşının da üyesi olduğu, üstelik son zamanlarda açıktan ihale ile Valilik destekli tadilat yapılan bir Cemevine zorlama bir ziyaretle 2-3 saat içinde ayarlanan bir muhataplıktan bahsediyoruz. Mersin Cemevi’nde ABF İnanç Kurulu Başkanı’yla muhataplığından sonra koşturduğu mekân ise çoğunluğunu Arap Alevilerinin oluşturduğu Kilikya Nehir Sosyal Dayanışma ve Kültür Derneği oluyor. Burada da birlik beraberlik vs diyor. Ancak muhataplarla başka neler konuşulduğu pey kamuoyuna yansımıyor. Belli ki bu da alelacele bir ziyaret. Kilikya Derneği’nin ana sayfasında da AİHM kararlarına dair açıklamalar, “Devlet ve Din” gibi makale başlıkları belirleyici. Ziyaretlerinin sonunda ise Ashab-ı Kehf Mağarası’nı ziyaret ediyor. Bütünü ele aldığımızda ziyaretini bu mağaranın mitolojik anlatımları ile sonlandırması epey manidar.
Alevilerin bu tanınma sürecinde bakalım din ile devlet işleri nereye gidecek.

Alevilerin laik toplum ve DİB’in özerkleşerek geri çekilmesine mi, yoksa DİB ağırlıklı Devlet’e mi? Türkiye’de inanç özgürlüğü ve devlet kontrolü denilince milyonlarca liraya mal olan tarikatların desteklenmesi, DİB’in devasa bütçesi vs de gündeme geliyor. Aslında İstanbul’dan başlayarak işler karışık, şimdi yeni bir toplumsal sözleşme zamanı ancak muhatap yine yanlış kurum. DİB geri çekilmek yerine, özgürlük sınırlarını bir kat daha ihlal ederek, Devlet’in tarafsızlık kriterinin gelişmesi yerine Devlete müdahale ediyor.

Dertli Ozan-DERVİŞ KEMAL–Esat Korkmaz


(DERTLİ OZAN)

DERVİŞ KEMAL

Esat Korkmaz

 

Dost dostunun cemalini

Gördüğü an bayram olur

Yüzünü dostun yüzüne

Sürdüğü an bayram olur

 

    Derviş Kemal halktan yana

    Dostlarımız tanık buna

    İnsanların derdi sona

    Erdiği an bayram olur

 

1930 yılında Dimetoka’nın (Yunanistan) Babalar köyünde doğdu. Asıl adı Kemâl Özcan‘dır. Doğduğu yıl ailesiyle birlikte Uzunköprü’ye göç eder.

 

Şiir yazmaya yaklaşık 15 yaşlarında başlar. Herhangi bir ustası bulunmayan Derviş Kemâl, edebiyatın yanında resim yapmar, keman, cümbüş ve bağlama çalar.

 

Önceleri sevda ağırlıklı şiirler yazan Derviş Kemâl, daha sonra Bektaşi düşünce biçiminin de etkisiyle tasavvufa yönelir. Derviş Kemâl’in şiirleri, 1960’lı yılların ikinci yarısından başlayarak özellikle Feyzullah Çınar tarafından bestelenip yorumlanır; 25 Nisan 2015 günü Hakk’a yürüdü.

 

Bizler (’68 kuşağı) Derviş Kemâl’i, üçlükte teklik-teklikte üçlük olarak algıladığımız Ruhi Su, Âşık İhsani ve Âşık Veysel’den hemen sonra, davudi sesiyle Feyzullah Çınar’ın, nefeslerini seslendirdiğinde tanıdık; giderek Mahzuni girdi içimize. Başka yok muydu? Evet vardı: Curasıyla bize eşlik eden ve curayı miracına taşıyan, Sivas’ta diri diri yakılan Âşık Nesimi Çimen.

 

Derviş Kemâl ile yüz yüze tanışmamız, Trakya’da Bedreddiniler üzerine alan çalışması yaptığımız günlerde oldu. O günler ölçü alındığında, yaşayan en büyük ozanımızdı Derviş Kemâl, ama bu bölgeyi dışta tutarsak, Aleviler pek tanımadı ozanımızı; üstelik keman, cümbüş ve bağlama çalan tek ozanımızdı.

 

Şimdi, bana gönderdiği, yayımlanmış kitaplarında yer almayan, Anımsama adlı nefesini paylaşayım ve biz de Derviş Kemal’i anımsayalım:

 

Engin düşünceye daldığım anda,

Bedreddin’i hatırlayıp ağlarım.

Ben, benle baş başa kaldığım anda,

Bedreddin’i hatırlayıp ağlarım.

 

Bir deyiş dinlesem sazın telinden,

Dem vursa Serez’den, Aydın ilinden,

Bir gül görsem, koparılmış dalından,

Bedreddin’i hatırlayıp ağlarım.

 

Dağlar görkemliyse, denizler mağrur,

Bulutlar nemliyse, topraklar çamur,

Hele çiselerse bir ince yağmur,

Bedreddin’i hatırlayıp ağlarım.

 

Bir kişi çarmıha diri çakılsa,

Bir fidan kesilip yere yıkılsa,

Bir eğri ağaca urgan takılsa,

Bedreddin’i hatırlayıp ağlarım.

 

Zalimler düşüme geldiği zaman,

Bir kâbus uykumu böldüğü zaman,

Bir ilim adamı öldüğü zaman,

Bedreddin’i hatırlayıp ağlarım.

 

Ne zaman yüzümü garba döndürsem,

Gruba bakarak hayale girsem,

Güneşi batarken sararmış görsem,

Bedreddin’i hatırlayıp ağlarım.

 

Kemal der: Dünyaya geldim geleli,

Gözümün pasını sildim sileli,

Hasılı kendimi bildim bileli,

Bedreddin’i hatırlayıp ağlarım.

(Derviş Kemâl)

Anımsamaya O’na seslenerek başlayalım:

-Aşk ile…

Derviş Kemâl’in canı, bedenini terk edeli dört yıl oldu; bedeni toprağa döndü, sır olarak algılanan bilinci-inancı kim bilir belki de ortada kaldı. Sırrını bedensiz bırakıp daha fazla ağlatmayalım Derviş Kemâlimizi.

Can çekişmesine canlar dayanmaz; durmayalım bilincine-inancına beden, kemanına tel olalım; O’nu yeni bedenlere, yeni kemanlara taşıyalım.

Şimdi ruhu, kendi gecesini yaşıyor; ruhuna su verebilirsek Derviş Kemâl’in, ruhu gecesinden doğacak, soluğumuzla-bakışımızla-duruşumuzla inleyen bir tele dönüşecek ve yeniden dirilip aramıza katılacak.

Ölmeden evvel ölelim-yaşarken dirilelim de Hakk’a yürüyen Derviş Kemâlimizin canına can olalım, aklına akıl; dondan dona yürüyelim, sızıntılarını toplayalım Uzunköprü’nün taşından-toprağından, karanlığın dilinden-karanlığın olanağından. Sızıntılarından derecikler, dereciklerden ırmaklar, ırmaklardan denizler oluşturalım. Oluşturalım da Derviş Kemâlimizle buluşalım ve ozanımıza şöyle haykıralım: Senin değil şimdinin geleceği kör, artık biz senin geleceğinle aydınlanmak istiyoruz.

Unutmayalım: Yaşam, yaşayanlardan çok, Hakk’a yürüyenlerden ibarettir. Öyleyse zaman yitirmeyelim, ozanımıza yaşamımızı kurma olanağını verelim.

Ulularımız bize yardımcı olsun, yol göstersin. Derviş Kemâl için yaptığımız bu etkinliğin Hak Defteri’ne kaydını sağlasın; unutulmasın, hep hatırlansın.

Derviş Kemâl’e beden olmak, tel olmak dileğiyle gerçeğe Hû! Eyvallah!

Ozan Taşıyıcı-Sözcü Bellektir

Ozan, Aleviliğin taşıyıcısı-sözcüsü bellektir. Sözel kültürlerde bu bellek, göçmendir; yeri gelir, turna donuna bürünür de Pir Sultan olur. Ozan konuşmaz, Telli Kuran’ı okuyarak ses olur ve bizi, yaşama taşır; yaşamın aklıyla buluşturur.

Bu bağlamda ses olabilmesi için ozanımız, kemanıyla, cümbüşüyle ve bağlamasıyla sevişir. İki eşik arasında kalan yaşam alanında, yay ya da parmaklar gezinmeye başladığında, bir sevişme sesi kaplar ortalığı; kulağın yetersiz kalınca gözünü de eklersin, duyguların ve heyecanın göz olur ve seste, karanlığını-bâtınını izlemeye başlarsın.

Ses amaçsız değildir: Bizleri, ulularımızın başlangıç zamanına taşımak, geçmişi yakalamak-geleceği kurmak gibi bir amacı vardır. Bu amaç bizi geçmişimize yaklaştırır ve geçmişimizi ses yapar. Sese-geçmişine acıkan her Alevi, ses-geçmiş içebilmek için ozana koşar, ozan; ses olup onu kucaklar.

Evet ozanımız Derviş Kemâl’i diriltelim, diriltelim de O’na koşalım, bizi kucaklasın; deyiş-nefes okunmaz, düşünülür desin ve düşüncelerini bizimle paylaşsın:

Yaşam Serüveni

 “1956 yılında ben Cem’e dâhil oldum. Ceme girdim. Cemdeki o büyük âlemi görünce bende büyük değişiklik oldu. O güne kadar yazdığım aşk şiirlerini yırtıp attım. Ondan sonra tasavvufa yöneldim. O yıldan beri de yazıyorum. Şimdi üç binden fazla şiirim var. Fakat yazdığım şiirleri devlet memuru olduğum için yayımlayamamıştım. Feyzullah Çınar benim birçok şiirimi okudu. Şimdiye kadar bir kitap da yayımlayamamıştım. İlk kitabım Alev Yayınları’ndan çıktı. Bu kitapta 150 şiirim var. Daha on kitaplık şiirim hazır bekliyor. Şiirlerimde insan sevgisi ve duygusunun, tasavvufun açık etkilerini görmek olasıdır.

Ben tasavvufta aradığımı buldum, diyebilirim. Çünkü ben insanlığı aradım, arıyorum. İnsanlığı da tasavvufta buldum. İnsanın ne olduğunu da çok iyi anladım… Tanrı’yı ararken, Tanrı’nın insanda olduğunu gördüm, tasavvufta. Bu yüzden insanları taparcasına seviyorum.

Alevi ceminin, kapısı daha dardır çünkü. O kapının içinde ölmek de var. Yalnız bu ölmek, zâhiri anlamda ölmek değil; ölmeden evvel ölmek, can tendeyken evvel ölmektir. Biz de kapı herkese açılmaz. O dar kapıdan girmeden önce bir rehber buluyorsunuz. O rehber sizi ölçüyor, biçiyor, tartıyor. Artık oraya yanaştığınıza kanaat getirdikten sonra o kapıya götürüyor sizi. O kapı manevi bakımdan çok büyük ama aynı zamanda iğne deliği kadar da dar. Kapıya götürüyor ve “-Böyle böyle bir can getirdim”, diyor. O huzurda ömür boyu hiç bozmayacağın bir ikrar veriyorsun. Alevilikte tövbenin pek bir anlamı yoktur. Önemli olan suç işlememektir… İkrar meclisinde biz esas doğarız. İkrar verdiğimiz anda dede, baba size, herkes bu yükü taşıyamaz gel yol yakınken dön; girmeden iyice bak bu yol dikenli yokuşlu bir yoldur çıkamazsın; demirden leblebidir çiğneyemezsin, ateşten gömlektir giyemezsin, der… Mürşit, ‘-Ben seni senden aldım; tekrar seni sana verdim, var kendine mukayyet ol, sahip ol kendine’, der. Şimdi burada bir alış-verişten sonra yeniden bir doğuş gerçekleşiyor. İkinci kez dünyaya geliş var yani. Tertemizdir insan o anda. Bu ikinci doğuşu yaptıran rehberin ise senin manevi baban oluyor. Fakat anlamı öz-babadan ileridir. O rehberin eşi ise senin annen oluyor. Bunlara ahret annesi, ahret babası da deniyor. Kişinin kendisini bu kadar uzun süre bu kurallara uyarak yaşatması oldukça güçtür. O yüzden ikrardan mezara kadar olan süreye biz “sırat köprüsü” diyoruz. Yani bu köprüde çok dikkatli yürümek lazımdır. Aksi halde düşersin. İşte düştün mü de “düşkün” olursun. Eğer sağlığında bu köprüyü geçersen artık öbür dünyada olup olmadığını bilmediğiniz, sırat köprüsü diye, bir şey de önemini kaybeder. Mesela Yunus ne kadar güzel söylemiş, “Sırat kıldan ince derler ama / Gidip üstüne bina kurasım gelir.” Demek ki o kadar ince değil. Fakat bundan geçmek zordur.

Yukarda saydığım tüm aşamalar insanı gerçek bir insan yapmak içindir. Ben artık cemleri bir okul olarak nitelendiriyorum, bir ibadet yeri olarak değil. İrfan mektebi, cemler olsa gerektir. Eğitici, öğretici yeni kişiyi değil irfan mektebinde aşağı yukarı 18 sene okudum. Sonradan bizim mektep kapandı.”

Halk Ozanları

Sözünü sürdürsün ozanımız: “Gerek daha önceki yüzyıllarda yaşamışların gerekse günümüzdeki halk ozanlarının şiirlerini iyice okudum. En sevdiğim ozan Pir Sultan Abdal’dır. Pir Sultan Abdal’ı hiçbir ozanla kıyaslamak mümkün değildir. Pir Sultan öyle bir dönemde yaşamış ki, insan hayatı yöneticilerin iki dudaklarının arasında. O dönemin gerçeklerini yüksek sesle haykırması hatta ölümü bile hiçe sayarak bu yolda yürümesi, onu tüm ozanlardan ayırıyor. Zindanlarda bile “Açılın kapılar şaha gidelim”, diyor. Şiirleri de çok kuvvetli. Ben Pir Sultan aşığıyım, hayranıyım…

Diğer ozanlar içinde mertliğiyle tanıdığım Âşık Nesimi’yi de severim. Ozan, halkın gözü, halkın dili, halkın kulağıdır, … özetle ozanların işlevi budur.

Pir Sultan’ın çağrısı boşa gidiyor: “Gelin canlar bir olalım” İnsanlar bir olmazsa, o zaman o sözlerin bir anlamı da kalmıyor. Nerede bu birlik? Bir şeye daha değineceğim. Ben Arapça’ya karşıyım. Bizim Türkçe ne güne duruyor da Arapça kullanılıyor? Cemlerde Arapça Kuran okunmasına da karşıyım. Tüm konuşma ve dualar Türkçe olmalıdır. Dua cami hocasının yaptığından farksız olduktan sonra bu duayı ben ve diğer insanlar anlamadıktan sonra ne anlamı var bu dua okumanın? …”

Acı Anılar/Acı Gerçekler

“Elbette acı anılarım var. Bir tarihte Hacı Bektaşi Veli’yi anma törenlerinde Hüseyin Kaçıran isimli bir halk ozanıyla tanışmıştım. Adana’da Osmaniye’de oturuyormuş. Hacı Bektaş’a gelmiş. Onun şiiri çok kuvvetli fakat sazı yok. Geleneksel ozanlık yarışmasına katılacağını söyleyerek benim de gelmemi istedi. Yarışma da Kaçıran ikinci oldu. Kendisine bir plâket verdiler. O ise bir süre plâket verilen yerde durdu plâketi verenle konuştu. Çıkınca buluştuk. Niçin uzun süre orada kaldığını ve neyi konuştuğunu sorunca, kendisine pilaket yerine 2500 lira vermelerini istediğini söylemiş. Çünkü Osmaniye’ye gidecek parası yokmuş. Onlar ise kabul etmemişler.

Şimdi bazı sanatçılar ozanların şiirlerini okurken değişiklik yapmada herhangi bir sakınca görmüyorlar. Sezen Aksu’nun, Âşık Daimi’nin şiirinde yaptığı gibi: Son dörtlük tümüyle değişmiş. “Daimiyim her can ermez bu sırra / Gerçek kâmil olan erer o nura / Yusuf sabır ile vardı Mısır’a / Bu da gelir bu da geçer ağlama” orijinali buyken şu hale dönüştürüldü şiir:

“Daimiyim her can ermez bu sırra / Yusuf sabır ile vardı Mısır’a / Koyun olsam giderdim ardı sıra / Bu da gelir bu da geçer ağlama.” Daha buna benzer sayısız hata, yanlış…

Bunlar aslında bir trajedinin yansımaları. Başta ozanlar, şairler, yazarlar günümüz tüketici toplumunda kof, yoz ortamında birer meta olarak algılanıyor, onların ürünlerinin istenildiği gibi yağmalanabileceği, sömürülebileceği, satılabileceği, değiştirilebileceği gibi bir kanı çoktan yerleşmiş, genel kabul görmüş durumda.”

Son Söz-Son İkrar

-Aşk ile…

Tenimi toprağa vereli dört yıl oldu; toprak çoktan karnını doyurdu, tenim havaya, suya, ateşe ve toprağa dönüştü.

Haberiniz oluyor mu bilmiyorum ama canım gayb âleminde, -Beden! Beden! diye feryat edip durdu. Yeni bedenlere-tellere taşınamadığım için kavgam kesintiye uğradı.

Zâhir âlemde can gölgemde bir ömür sürdüm ben; yedim-içtim; kondum-göçtüm: Toprak çağırdı Hakk’a koştum.

İşte hepinizin huzurundayım: Dirileceğim soluğun-bakışın-telin sahipleri olarak sizleri görmeye, sizlere niyaza geldim.

Dört yıldır dâr’da bu anı bekliyorum. Beni daha fazla bedensiz-telsiz bırakmayın, bana acı çektirmeyin. Sırrımız ortada kalıp utancından kıvranmasın artık. Öyleyse dâr pirlerimiz adına soruyorum sizlere:

-Bana beden olup-tel olup Kızılbaşlık kavgamızı sürdürmek istiyor musunuz? İstiyor musunuz? İstiyor musunuz?

-Eyvallah sözlerinizi delil kabul ediyorum. Ulularımızın kavgasını sürdürmeyi sizlere bırakıyorum. Kavganız kutlu olsun diyorum. Gerçeğe Hû! Eyvallah!

Derviş Kemal Anması:

Hüseyin Fırtına sesiyle söze

 (Esat Korkmaz’a) ruhsat veriyor.

 

 

Aleviliği Kurumsallaştıran Savaş-BABAİLER SAVAŞI–Hasan Harmancı


Aleviliği Kurumsallaştıran Savaş

Babailer Savaşı, Selçuklular ile göçebelerin karşı karşıya kaldığı en önemli savaşlardan birisidir. Toplumsal örgütlenmesi çok belli olmayan göçebe toplulukların örgütsüz olduğu düşünülürken, bu kadar hızlı bir araya gelerek savaşacak güce ve örgütlülüğe sahip olmaları beklenen bir durum değildir. Bu örgütlenmenin altında yatan nedenler ekonomik olmakla birlikte, Selçuklu iktidarlarının uyguladığı dini ve idari uygulamalarda etkendir.

Bu dönem aynı zamanda Moğol akınlarının (1219) Anadolu başta olmak üzere bölgeye yöneldiği bir dönemdir. I. Giyaseddin Keyhüsrev (Anadolu/Rum) Selçuklu yönetimini daha güçlendirmek için bölgesel özerklik sistemlerini kaldırarak merkezi yönetimin etkisini arttırmakla egemenlik bölgesinde daha otoriter bir yapı oluşturmayı hedeflenmiştir. Bu aynı zamanda Büyük Selçuklularda oğullar arasında toprakların paylaşılmasının engellenmesi ve iktidarın tek bir güç elinde tutulmasını da amaçlıyordu. Selçuklu Sultanı I. Giyaseddin Keyhüsrev’in Bizanslılara İznik’te saldırısı sırasında savaş meydanında öldürülmesi (1211) üzerine oğulları arasında başlayan iktidar mücadelesi, Selçuklu Devleti’nin iç karışıklıklar yaşamasına neden olur. Büyük kardeş I. İzzeddin Keykavus ile küçük kardeş I. Alaaddin Keykubad ile arasında süren taht mücadelesinde İzzeddin başarılı olur ve iktidarı süresince topraklarını Bizanslılara karşı genişletmeyi sürdürür. Bu arada ticaret yollarını geliştirir ve ticaret yollarının güvenliğini sağlar. Ancak 1220’de ölünce yerine sürgünde olan kardeşi I. Alaaddin Keykubat tahta çıkar. I. Keykubat döneminde merkezi yönetim anlayışı çerçevesinde baskılar arttırılmış, yaşanan ekonomik ve sosyal bunalımlar nedeniyle vergiler ise yükseltilmiştir.

Moğol akınlarının yarattığı baskı aşiretlerin büyük göçlerle batıya yönelmesine neden olur. Selçuklu iktidarı göçlerin karışıklık yaratmaması için belli bir strateji izleyerek, göçerleri Bizanslıların boşalttığı bölgelere yerleştirir. Bu yarı göçebe toplulukların yerleştirilmesi, yerel göçebelere yönelik politikaların sertleştirilmesi ile sonuçlanır. Özellikle hayvancılık ile uğraşıyor olmaları otlak ve mera paylaşımlarında karşılıklı sorunlar yaşamalarına neden olur. Selçuklu iktidarı bu otlak ve mera paylaştırmalarında kayırmalar yaparak yüksek vergi verenlerden yana tutum alır.

Selçukluların bu vergi politikaları ve dini baskıları bir yandan gelen toplulukların zorla İslam’a geçirilmesi, bir yandan da yüksek oranda sömürülmeleri biçiminde devam eder. Keykubat’ın tüm amacı neredeyse Moğol akınlarını durdurmak, çevre ülkelerle sürekli olarak denge politikaları izlemek ve içeride istikrarı korumak üzerine olur. Ancak 1227’de ölür. 1237’de tahta II. Keyhüsrev çıkınca bu dini baskılar aşiretlerin daha da baskı altına alınması ve isyan etmelerinin engellenmesi üzerinden yürütülmeye başlanmıştır. Selçuklu şehirlerinde İslam’i kuralların yaygınlaşması ile birlikte topluluklar arasında çatışmalar daha da sorun olmaya başlar. Özellikle sarayın uyguladığı İslamlaşma politikaları göçebeler arasında ilgi görmez ve bu nedenle de iktidar tarafından aşağılanıyordu.

Bu süreçte özellikle Bâtıni düşünceleri daha da güçlenen aşiretler ile merkezi devletin görüşleri arasında tartışma daha da yükselmiş, kadılar üzerinden İslam’i yasaklar uygulanmaya başlamıştır. Ancak Bâtıni görüşlerin İslam’a karşı daha da itibar görmesi Selçuklu politikalarının çökmesine neden olur. Moğol akınlarının yarattığı ekonomik istikrarsızlığı göçerlerden çıkarmaya çabalaması, göçebelerin ekonomik olarak yoksullaşmaları ve direnmelerine dönüşür. Belli bir göç ve konar-göçerlik güzergâhı izleyen bu aşiretlerin, Selçuklu ile çatışmaya başlaması, güçlerin karşılıklı olarak test edilmesini de sağlamıştır.

Göçerlerin hoşnutsuzluğu, aralarında birlik olmayı da ateşler. Türk, Kürt, Ermeni, Farsi aşiretler Selçuklunun iktisat politikasından yılmanın getirdiği zorluklar yanında bir de kışlak ve yaylakları kullanmalarının engellenmesi yapılan haksızlığı daha da açık hale getirir. Bu durum Baba İlyas ve halefi Baba İshak etrafında toplanılmasına daha da güç verir.  Göçebeler güçlendikçe, Selçuklu otoritesine ve merkezi devlet yapılanmasına saldırmaya başlarlar. Bu savaş pozisyonu Türk tarihçiler tarafından çoğunlukla bir iç ayaklanma olarak ifade edilse de, bu doğru değildir. Yarı göçebeler tümüyle Selçuklu topraklarında yaşamaktalar ve bu nedenle de Selçuklu otoritesini tanımamaktadırlar. Bu nedenle bu sadece Selçukluya karşı örgütlenmiş bir savaş değil, devletsiz toplulukların bölgedeki istikrarsızlıktan en çok etkilenmelerinden kaynaklanan bir savaştır. Selçuklu, merkezi yapılanma amacıyla bu devletsiz topluluklara müdahale etmek ve yaşama alanlarını ele geçirmek çabası içindedir. Bu toprakları ise kendi iktidarını destekleyenlere verir ve yerli toplulukların yüksek vergi vermek koşuluyla bu topraklarda hayvanlarını otlatabileceği gibi bir zorluk ve sömürü politikası izler.

Ancak bu topluluklar savaşı sadece Selçuklu iktidarına karşı gerçekleştirmiyorlardı. Aynı zamanda Moğol akınlarını da yine bu göçebe topluluklar durdurmaya çalışıyordu. Ancak Selçuklu göçerlere karşı daha güçlü baskı ve kısıtlamalar içinde bulunuyordu ve bu nedenle de göçerler gittikçe güçsüzlüğü artan Selçuklu Sarayı’na, Konya’ya yöneldiler. Çatışmanın yönü Selçukluya yöneldiğinde ise göçerler sürekli olarak başarılı adımlar attılar. Gıyasettin Konya’yı terk etmek durumunda kalır. Ancak buna karşın güçlü bir askeri sisteme sahip olan ve Bizans’tan da paralı asker devşiren Selçuklu bu direnişleri kırmayı başarır ve Babailerin sonunu getirdiği (1240) gibi, kısa bir süre sonra yıkılmak üzere kendi sonunu da getirir. Selçuklular yaptıkları haksızlıkların sonucunda önce Baba İshak’ın önderliğinde yaptıkları savaşla güçsüzleştiler, bir süre sonra ise Moğollarla karşı karşıya geldikleri Kösedağ Savaşı’nda (1243) daha da parçalanırlar ve sürekli istikrarsızlık, kardeş ve taht kavgaları, parçalanma ve küçülmelerle 1308 yılında tamamen tarih sahnesinden çekildiler.

Baba İlyas’ın manevi liderliği altında, Baba İshak’ın etrafında toplanmaya başlayan aşiretlerin ilk karşıtlığı ekonomik ve dini politikalar altında ezilmeye, sosyal olarak aşağılanmaya ve zorla İslam’ı kabule dayanmaktadır.  Özellikle Amasya, Çorum, Tokat, Kırşehir, Yozgat, Sivas hattından başlayarak Maraş, Malatya ve Adıyaman’ı da içine alan bir alanda kontrolü ele geçirmişlerdir. Baba İlyas’ın bu manevi önderliğine katılan kesimlerin inançları çok çeşitlidir ve bu da katılımı gittikçe yükseltir. Savaşanlar arasında Kalenderi dervişlerin, Abdalların, Haydarilerin ve Vefaiye müritleri ve Hıristiyan Ermenilerin bulunması, kimlerin dinsel olarak Selçuklu idaresinden kurtulmaya çalıştığını göstermektedir. Hicri takvime göre Muharrem’in 10.ncü gününde (1 Ağustos 1240) savaşmaya başladıkları tarihtir. Bu toplulukların muhalif tavırları ise 1230’larda başlamış ve gittikçe yaygınlaşmıştır. Adıyaman bölgesinden başlayan savaş Selçukluları dağıtarak, Malya Ovası’na (Yozgat) kadar dayanır. Burada daha güçlü bir ordu ile karşı karşıya kalan Baba İshak ve taraftarları, Selçuklu ve paralı askerlerin karşısında yenildiler. Yenilgi sırasında binlerce mürit ve Baba İshak orada katledilir.

Babailerin bu katliamı sırasında ve sonrasında oluşturulan birçok hurafe ve karşı propaganda aracı ise hala kullanılabilmektedir. Baba İlyas’ın peygamberlik, Mehdilik iddiası içinde olduğu, çeşitli mucize ve kerametlerle halkın gözünü boyadığı gibi, savaşın amacını aşan ve önemini yok sayan tartışmalar yürütülmektedir. Tarihi kaynaklarda da abartılarak yer alan bu ifadeler üzerinden Kızılbaş topluluklar başta olmak üzere küçümsenmekte, yaşama amaç ve iradeleri, muhaliflikleri görmezlikten gelinmektedir. Dini amaçlı kalkışmalar olduğu öne sürülerek, bu toplulukların Selçuklu ve Moğol düzen ve istilalarına karşı sürdürmeye çalıştıkları ekonomik ve siyasal yaşama mücadelesi ise yok sayılmaktadır.

Ancak Baba İlyas ve halefi Baba İshak etrafında toplanan aşiretlerin devletleri süreç içinde yıkacak güç ve birliktelikler yarattığı ve sonrasında Osmanlı’nın da böylesi bir sonla çok kez karşı karşıya kaldığı ortadadır. Alevi topluluklar başta olmak üzere devletsiz/iktidarsız yaşama arzusunda olan toplulukların tarihi ne yazık ki önemli ölçüde yok sayılmakta ve varlıkları daha çok iktidarların çıkar ve tavrına göre şekil almaktadır.

Babailer Savaşı’ndan arta kalan toplulukların, Moğol etkisiyle de iyice parçalanan ve yoksullaşan Mezopotamya ve Anadolu topraklarında uzun süre sessizliğe bürünerek yer altına çekildiğini görmekteyiz. Tekke ve dergâh örgütlenmesi, ardından ise Horasan Erenleri, Rum Erenleri, Rum Bacıları ve Ahilik adı altında güçlü örgütlenmeler olarak yeniden şekil aldıklarını görülür. Hace Bektaş Veli’nin Babailer Savaşı sırasında bu gizlenmek durumda kalan kesimleri yeniden örgütleyen dayanışma, açlık ve yoksullukla mücadele içinde örgütlendiğini, kurulan tekke ve dergâhlardan anlaşılıyor. Aynı zamanda halkı yaşayamaz duruma getiren Moğol yıkımlarına karşı bu örgütler üzerinden sürekli olarak direnmeyi başarmışlardır. Bu binlerce müridin kadın-erkek ve çocuk denmeden katledilmesine karşın daha güçlü ve günümüze kadar devam eden bir örgütlülük yaratılmıştır. Savaşta bir araya gelen Kalenderi, Abdalan, Haydari ve Vefaiye müritleri Hace Bektaş Veli müritleri olarak dergâh ve tekkelerde bir araya gelerek yeni bir yerleşik hayat kurma çabasına girişmişlerdir.

Hızır Alevi Ekonomi Politiği–Hasan Harmancı


Hızır: Alevi Ekonomi Politiğ

Alevinin hukuku ahlakıdır. Bundan vazgeçtikleri andan, Aleviliğin dönüşeceği yapıyı tahmin etmek güçtür. Ahlak erkânlar üzerinden kurulabilir. Erkanların kurulabilmesi için bir toplumsal dönüşüm ihtiyacı vardır. Alevi mitolojisi, Alevi düşüncesine kaynaklık eder. Simgeler mitolojiler üzerinden saklanmıştır. Bunun canlandırılması ve güncellenmesi Alevilik için elzemdir. Yine Alevi rızalığı da ahlak ve buna bağlı olarak hukuk ile ilişkilidir.

Erkanların deforme olduğu bir dönemden geçmekteyiz. Yolu yürütme çabasında olan dedeler “dar” görmeden cem yürütme çabasındadırlar. Bu kuralsız, edeb-erkansız “Yol” yürütmektir. Dardan geçmeyenin söz söyleme, erkân kurma hakkı nasıl olabilir? Yol bir anlamda divansız yürütülmektedir. Divanın olmadığı yerde Alevi rızalığı da işleyemez. Rızasız yürüyen Alevilik bu nedenle “din”e sığınarak kendisine çözümler üretmeye çalışıyor.  Alevi Yolunu bilenler de bu dini gidişe seyirci kalmaktadırlar.

Din Aleviliğin baş belasıdır. İnsanlığın kurtulmaya çalıştığı batağa sürüklenmektir. Dinlerin şeriatıyla savaşan Alevilik, bu şeriatların düşünme biçim ve inanma boyunduruğuna terk edilmek üzeredir. Güruhu Naciye’nin din ile bir ilişkisi yoktur ve üstelik Âdem ile Hava mitolojilerine karşı geliştirilmiş bir karşıtlığa sahiptir.

Alevi toplumsallaşması akıl ve sezgiyi ne amaçla kullanıyor? Kime karşı kullanıyor? Alevi gelenekleri dine tabi olacaksa Pir, Mürşit ve talip ilişkisi niye sürdürülüyor? Mürşit ya da Pir olmak yasaya tabi olmak değil, yasa koyabilme, toplumun ihtiyaç duyması durumunda söz söyleyebilmek gücüdür. Bu nedenle cemlerde rızalık alınır ve verilir. Alevi hizmetlerini yürütmek ve Alevi ceminde aşk içinde olmak insanı yüceleştirir.  Kâmillik buradan geçer.

Aleviliğin Gelecek Arayışı

Alevi toplumsallığı Kamil insan ve oradan da devam ederek Kamil toplum yaratmayı amaçlar. Dört Kapı Kırk Makam bu amaçla vardır. Alevi ütopyası kâmil insan üzerinden kâmil toplum yaratmakla mümkündür. Bu nedenle alevi can her daim kendini darda görür ve toplumsal ve bireysel beklentileri en üst düzeyde yaşar ve savunur. Alevilikte ikrar almış birey dönüşüme aday olmaktan çıkmıştır ve dönüşüm Yol bilgisine göre süreklidir. Kişinin sabit kalması söz konusu değildir. Bu yenileme bir bütün çevrim olarak ele alındığında ise Aleviliğin kendisini yenilemesi ve dönüşüm içinde olması önümüze çıkar. Kendini yenilemeyen bir Alevilik, Alevilik değildir. Aleviliğin felsefesi insanı, doğayı geliştirmeyi ve bunun üzerinden de daha fazla doğaya uyum sağlamayı amaçlar. Alevilik öğretisi felsefe, siyaset, bilim, sosyal ve ekonomik dinamiklere göre yeniden şekillenir. Bu Alevi toplumunun özgürlük amacını da insanlığın gelişimine bakarak yükseltir.

Cemlerin içi boşaldıkça gelinen noktada büyük bir soruna dönüşmüştür. İnsanlarımız cemleri sadece 12 hizmeti göstermek sanıyorlar. Bu işte bir tuhaflık yok mu? Cem diye rızalık alındıktan sonra, hizmetler tek tek yürütülüyor, nefesler okunuyor, semahlar dönülüyor, gülbanklar hizmetlere göre sıralanıyor ve sonra sofra kurulup, adı lokla olan, ancak kendisi lokma olmayan bir kaç yiyecekle cem mühürleniyor.

Bu Alevilik değildir. Yol’un düşürüldüğü sefaletidir. Bu cem açma ve kapatma istisnasız tüm Aleviliğe yayılmış ve Alevilik susturulmuş durumdadır. Erkanları yürütmek tek başına ibadet olabilir mi? Yolun yürütülme felsefesi, toplumun gerçek rızalığı, hukuku, ahlakı, değerleri ve muhabbeti ile mümkündür.  Ruhsal yenilenme böyle gerçekleşebilir. Toplumda bu ruhsal yenilenme üzerinden bina edilebilir. Ancak tek yönlü bir ruhsal doyum mümkün değildir. Ruhsal doyum bireyin ihtiyaçlarının karşılanması, yaşadığı toplulukta güven içinde olması, değer verilmesi ve bireyin yaşadığı grubu değerli bulması ve bu değerlilik üzerinden de topluluğa beklentileri karşılanmış olarak katılabilir. Bu katılım ise topluluğa yetmeyen bir yapılanmadır. Çünkü topluluklar ekonomik dayanışma gücü, verimli üretim ve tüketim üzerinden bir arada yaşayabilirler. Bu yaşamın geliştirilebilmesi için ise ahlaki bir devamlılık ve bir arada yaşayabilme hukuku gereklidir. Alevilik bireye de topluluğun birlikteliğine de bir ahlak ve hukuk sunmaktadır.

Günümüz Alevi yaşayışında bu birliktelik sadece ruhsal bir amaç üzerinden sürdürülmeye çalışılmaktadır. Yaşam kurallarının modern toplum olma gerekleri ile bir yana bırakılması alevi bireyin kimliği açısından bunalım yaratmaktadır.

Bu birlikteliğin olmaması, ancak yine de varmış gibi göründüğü bir suskunluk ile toplumun iradi olarak yaşamasını ve cemlerini, erkân ve kurallarını yürütmesi beklenmektedir. Bu durumda bir hile yok mu? Hile ile toplum yönetilebilir mi? Nereye varacak bu Yol’un sonu?

Talipliği kalmamış bir topluma Alevilik dayatılıyor. Şu haliyle “ne olursan ol gel” sistemi işletiliyor. Bu Alevi mekanizması, sistemi değildir. Ahlakı, hukuku işlemeden Alevilik olamaz, oldurulamaz. Bu nedenle doğan boşluk Alevi’yi ya Müslüman ya da Hıristiyan ya da başka dinlere doğru çarpıtıyor. Alevilik karşıtı bir toplumsallaşma hızla yayılıyor. Şuandaki Alevi insanın ruhsal yapısı, Alevilik için büyük bir tehlike oluşturmaktadır. Aleviliğe egemen olan dini etkiler, ekonomik zihniyetler Aleviliği dağıtmış ancak, felsefi olarak dönüştürememiştir. Bu da Aleviliği ve Alevi’yi süreçte bir nihayete, sona vardıracaktır. Bu suskunluk devam ettikçe Alevi Ortaçağı, karanlığı Alevileri saracaktır. Kendi içindeki tartışmasını gelişmek için değil, bağımlılık için yapan bir düşünce kendisi olmaktan çıkar. Bu başkalık ne yazık ki mezar taşına ağlayan, Dergâh, hangâh, tekke ve ziyaretgâhlarını dini bir olgu olarak görüp “dua” eden, medet uman bir Alevilik oluşturulmaya çalışılmaktadır. Alevilik öğretisi ve ütopyası bir arada düşünüldüğünde bu sahte bir gözyaşı ve insan üretmektir. Alevi Yolunda, düşünme biçiminde bir zihniyet sorunu yaratmaktır. “Akıl süzgecinden geçmeyen hiçbir şeyi yasalaştırmayan” ve doğa yasasına karşı üretilmiş olanı reddeden bir felsefenin karşılaştığı bu kirlilik, Aleviliği uzun erimli bir geleceğe taşıyamaz.

 

H/ey Erenler

Kendini görmeyen birey, özünü bilmeyen can Alevi olabilir mi? Talip, taliple musahip olduğu kadar, talip, mürşidiyle de musahiptir. Dedeler şimdi talibin durumunu, sosyal yapısını, değerlerini bilemez durumdadır. Bunu bilmiyorlarsa talip dedesine, Dede talibine nasıl “ey erenler” diyecek. Nasıl insanlar birbirine “can” diyecek? Kim kime “can”dır? Sahte birlikten, dirlik çıkmaz. Sahte cem ya da dirlik ise Alevilikle ilişkili değildir. Herşey ikrarsız yürürken, Yol nereye varabilir? Rızalık hakiki bir doğruluk üzerinedir. Ocaklar varlıklarını, amaçlarını yetirip sadece isim olarak senlik benlik amacıyla cem, erkân Yol sürdürecek bir kurumsallığı kaldıramaz. El ele el Hakk’a sistematiğini canlandırmak durumundadır. Ocakların cevheri, Nur’u rızalıkların bir bütün olması ile mümkündür. Rızalıklar ise Yol’un bütünlüğü ile ilişkilidir. Ocaklı olmak rızalığı tek başına kurmaya yetmez. Yol ne ile sürülüyor? Çerağ neden uyandırılıyor? Hizmetlerin amacı nedir? Hizmetlerin bütünlüğünü sürdüren, mürşit, pir rehber gücünü nereden alıyor. Pür-ü pak olmak “bir kör oyunu” mu? Rıza şehri bu durumda nasıl mümkün olacak? Musahiplik canlanmadan Alevi ahlakı ve kapıları işlevselleşebilir mi? Nurlaşma olmadan Alevilik olabilir mi? Hakk’a niçin yürünüyor? İnsan evrenin özü değil mi? Bu nedenle önce bir bütün olarak değerlerimizin erkân ve Yol üzerinden çözülüşünün önüne geçmek durumundayız. Aleviliğin toplumsal bir düşünce olarak kendisini sürdürebilmesi, bireylerinin gerçek değerler üzerinden yaşayabilmesi ile mümkündür. Sorgulamadan Yol’a ikrar vermiş ancak Yol’un işleyiş bütünlüğünü umursamayan ya da bütünlüğü göremeyen birey ancak Yol’u kendi ömrü kadar sürdürebilir. Bu Alevilik değildir. Alevilikte ikrar bir bütün olarak toplumsal düşünme ve rızalıklar bütünüdür. Sadece kendi dedesine ikrar alan ya da sadece kendi talibi ile var olmaya çalışan bir el ele verme Yol’u kısırlaştırmadır. Yol aslına rücu etmelidir. Bu amaçla bu karmaşık ve kaotik günlere Yol için mücadele eden herkes talip ya da dede diye ayrım içinde olmadan üst makamına, üst kapısına taşınmalıdır. Rızalıklar bir bütün olarak tamamlanmalıdır. Cemlerimiz ancak bunun üzerine bina edildiğinde geleceğe taşınabilir. Hızır ancak bu güvenli ortamda topluluğu mutlu ve huzurlu edecek ele dönüşür.

Hızır: Yaren ve Yarın

Din dediğimiz şey dünyaya egemen olmak isteyendir. Alevilik ise dinlerin bu egemenliğine karşı olan düşünceler üretir. Aleviliğe göre hâkimiyet olan yerde özgürlükten bahsedilemez. Alevilik yayılmacı ya da dönüştürücü değildir. Baskı ve korku araçları kullanmaz. Sempati ve aşk üzerine kurulur. Kendi nefsi ile mücadele eden ve kişisel ihtiyaçları ile toplumsal ihtiyaçları dengeleyen kişi özgür kişidir. Özgürlük bir düşünce değil eylemlilik halidir.  Aleviliğe göre erdemli olmak, insana ve doğaya empati yapmak özgürlüğün temelidir. Cem ise rıza şehrinin en önemli unsurudur. Aynasıdır. Cemde ne yapıyorsan bir gün Rıza Şehri’nde de onu yapacağız. Cem, Rıza Şehri’nin mikro halidir. Cemlerin aslıyla yerine getirilmesi kurumsallaşmamızı yükseltecektir.

Rıza Şehri’nin, onun içinde de Rıza toplumunun yaratılabilmesi için Hızır’ın güncellenmesi gereklidir. Hızır anlaşılmadan Alevi yaşam biçiminin önemli unsuru olan rızk anlaşılamaz. Rızk, modern dilde ekonomi politiktir. Aleviliğin ekonomi politiği Hızır düşüncesi üzerine kuruludur. Hızır düşüncesi, Alevice yaşamın paylaşılması için, insanlaşma aşaması olarak gerekli olan rızalık ve rızkı bir arada bulunduran değerdir.

Hızır günlerinden başlayarak doğa hava, su ve toprak olarak uyanır, ateşlenir. Bu cemrelerle devam eder. Son olarak da Nevroz’da ateş olup yaşamı canlandırır, bereketlendirir. Bu nedenle yaşamın dört elementi bir araya geldiğinde hayat oluşur. Bu hayat dediğimiz şey Hızır’dır. Hızır, Alevi rızkına, ekonomisine göre yaşanmasıdır.

Alevi ekonomisi ile diğer ekonomiler arasında önemli bir fark vardır. Alevilikte ihtiyaca bağlı üretim yapılmaya çalışılır ve bu ise doğa şartlarına bağlı bir üretimdir ve bu üretime bağlı bir tüketim esastır. Diğer ekonomilerde üretim esastır. Alevilikte kimin ne kadar ihtiyacı olduğu hesaplanır ve ona göre bölüşüm, üretim yapılır. Odun ona göre kesilir, hayvanlar ona göre tığlanır. Çalışmada işbölümü işe katılabilecekler ve katılamayacaklar bir bütün olarak değerlendirilir ve işbölümü takvimi, işgücü olanlar ve olamayanlar dengesi üzerinden hesaplanır. Alevilikte ganimet yoktur. Haksız kazanç yoktur. Rızasız kazanç yoktur. Mesleki üretim ve eğitim usta-çırak ilişkisi, pirliği olarak yaşatılır. Yoksullar ve çaresizler düşünülerek üretim yapılır. Tüketim bunun üzerinden lokmalara bölünür.

Bu tipik tüketim, cemde lokma paylaşımıdır: “El terazi göz nizam” bu rızalık üzerine kurulur. Yaşlıların, hastaların, zorda olanların rızkı ayrılmadan lokma bölüşülmez. Benzer bir uygulama musahiplikte de vardır. Musahip kendi rızkı kadar musahibinin rızkından da sorumludur. Bu önemli bir ekonomik modeldir. Bu model, Hızır’ın el vermesiyle gerçekleştirilir. Her işin bereketini veren Hızır’dır. Açların, çaresizlerin, bereket isteyene yoldaşı Bozatlı Hızır’dır. Zorda olanın yareni Hızır’dır.

Rıza şehirleri neyin üzerine bina edilir. Kamil olmayanın bu şehri anlamak ve bu şehirde yaşamak isteği olabilir mi? Rıza şehrinde işsizlik var mıdır? Rıza şehri sadece maddi bir dünya mıdır? Ruhsal yanı olmadan Rıza Şehri düşünülebilir mi? Burada yaşamak hem üretimde ortak olmak hem de tüketimde ortak olmaktır. Kazandığınızın karşılığı toplumsal bölüşüm içinde gerçekleştirilir. Arz talep üzerinden üretim yapılmaz. İnsan yaşayabileceği, arzulayabileceği şeylere emeği oranında değil, ihtiyacı oranında sahip olur. Ancak emek zayi etmek söz konusu değildir. Her birey toplumda yaşamanın önemini bilir ve bencillik yaparak yaşamını sürdürmek istemez. Mutlu olmak tüm toplumun mutluluğu ile ölçülür. Bu nedenle toplumun üretimi ile tüketimi sadece maddi bir paylaşım değildir. Ruhsal olarak yetişmemiş, kâmilleşmemiş bireyin, ham halde yaşaması mümkün değildir.

Alevilikte, mal mülk, artı ürün amaç değildir. Lokmanın herkese yetmesi, hakullahın ihtiyacı olana gitmesi vardır.  Dedeler şimdilerde bu hakullahı sadece kendi payı olarak görmektedir. Ne karakazan hakkı, ne de ihtiyacı olan talip hakkını gözetmemektedir. Yol hakullahın alınması ve dengeli biçimde pay edilmesi ile kurulabilir. Bunun gerçekleşebilmesi için de musahiple talip ve Yol’a başı ve malı ile katılmış Mürşit, Pir ve Rehber gereklidir. Alevilik tüketimden yola çıkar, üretimden değil. Talep tespit edilir, üretim ve bölüşüm bunun üzerinden yapılır. Rıza lokması yaratmak ve bölüşmek insanın doğaya ve diğer canlılara ve özellikle de her insanın birbirine karşı özgürlüğü de tamdır.

Geçerli olan para ve mal, mülk değildir. Geçerli olan rızalıkla bir araya getirebilmek ve rızalıkla bölüşmektir. Rızalık aklın ve vicdanın eğitilmiş haliyle değer kazanır. Eğitimli, rehberli insanın geldiği konum insanı can ve mal olarak sömürmeye karşı çıkmaktır. Alevilik bu nedenle kazançta olmayanın rızkta da olamayacağına kanidir.

Alevi ekonomisi doğayı ve diğer canlıları sömürmek ve talan etmek üzerine kuru değildir. Rızalıkla, ihtiyacı olan kadar, tüketebileceği kadarına sahip olmaya çaba harcar. Kırklar ceminde ezilen üzüm tanesinin bir bütün olarak Kırkları doyurması, mest etmesi lokmanın eşit bölüşümü ve rızkın bunun üzerinden ölçülmesidir. Bu en büyük cemimizdir ve diğer tüm cemlerimiz bu cemin ışığıyla, çerağıyla kurulur. Hızır’da yürüttüğümüz cemler ve uyardığımız çerağlar evimizi, bağımızın, bahçemizin bereketi içindir.

“Ben Ali’yim, Ali ben” demenin karşılığı adalet ve bölüşme kabiliyetidir. “Yârin yanağından gayrı her şeye ortak” bu anlama gelir. Alevilik kendini güncelleyecekse bunun üzerinden insanlığa bir umut olabilir. İnsanın ahlak, vicdan ve aklını bir araya getirmesi ancak Alevilik temelli olabilir. Alevilik bu çağda bir siyasal, sosyal ve ekonomik model olamıyorsa bunun en önemli nedeni Hızır’ın verdiği rıskı bilmemektir. Aleviliğin en büyük siyasallığı erkânlarını işleterek Alevi bireyin insanlaşması ve rızk ekonomisini musahibi ve dostları üzerinden kurması ile mümkündür.  Hızır yoldaşımız, Zühre yıldızı menzilimiz olsun. Hızır’ı alıp hanemize mihman eylemenin zamanı geçmesin.

Ruhi Su Usta–Esat Korkmaz

RUHİ SU USTA
Esat Korkmaz

1960’ların ortalarından başlayarak, sol hareketteki devingenliğe koşut biçiminde müzikte de bir arayış başladı. Dünya ölçeğinde bir endüstrileşmeye evrilen pop ve rockun etkisiyle Türkiye’de önceleri aranjman adı altında ucuz bir pop çizgi egemenliğini kurdu. Bu egemenlik, kırlardan kentlere taşınan kitlelerin getirdiği halk kültürüyle 1968’den başlayarak kırılmaya başladı. Halk müziğine karşı “büyülü” bir ilgi doğdu; kolej kökenli sanatçılar, Âşık Veysel’in türkülerini gitar eşliğinde söylemeye başladı.
Âşık geleneği ile 1960’ların ikinci yarısında ön plana çıkmış olan bu folk müzik arasında bir koşutluk oluştu; halkın içinden kopup gelen yeni Türkü ozanları kuşağıyla türkü türünü seçen gençler arasında 1968’le birlikte yoğunlaşan bir rastlaşma oldu.

’68 Ruhu’nun havasında olduğu günlerdi; yaşam güzel, ortalık tatlıydı; erkekler yakışıklı, kızlar harikaydı. Devrim yapacak görüşümüz, gücümüz vardı; ah bir de Vietnamımız olsaydı, diye hayıflandığımız bir atmosferi yaşıyorduk; bu atmosfer üzerinde boy veren bu yeni müzikte folk, köktenci bir ağız edinemezken âşık geleneği, sözlerindeki şiddetle çevresine ateş saçıyordu. Yeniden kurulmaya çalışılan âşık geleneği, son derece değişik kaynaklardan besleniyordu. Bir ucunda konservatuar eğitimi görmüş Ruhi Su, diğer ucunda köktenci ağzıyla kitleleri coşturan ve doğrudan doğruya soldaki politik hareketlenmenin bir ürünü durumunda bulunan ve

Ne günlere duruyorsun arkadaş
Yürü kalk, olanca hızınla yürü
Bıçak geldi taa kemiğe dayandı
Karınla oğlunla kızınla yürü

Sözüm sana işçi kardeş bak dinle
Gün bugündür yürü zaman seninle
Ayağından kesilirsen elinle
Olmazsa dişinle dizinle yürü,

diye haykıran Âşık İhsani vardı; ortada ise kesintiye uğramamış âşık geleneğinin doğrudan ürünü, sosyalist hareketin gözbebeği;

Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sadık yarim kara topraktır
Beyhude dolandım, boşa yoruldum
Benim sadık yarim kara topraktır,

diyen Âşık Veysel yer alıyordu.

Ata biner gibi sazına atlayan ve basbariton sesiyle bizlere,

Dörtnala gelip Uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
Bu memleket bizim,

diye Davet çıkaran Ruhi Su’yu, Ölümünün 34. yıldönümünde, yaşantılanmış anılarıyla aramıza çağırıyoruz: -Hoş geldin Usta; sen de bizi unutma.