Monthly Archives: Haziran 2020

ÖNEMLİ OLAN GÖNÜL BAKİRELİĞİDİR–Esat Korkmaz

ÖNEMLİ OLAN GÖNÜL BAKİRELİĞİDİR
Esat Korkmaz


Kendine eğilmeden/ kendine düşmeden, kendini bilemezsin: Bu üçleme, üçlükte teklik, teklikte üçlük olarak, insanın kendini biçimlendirmesini sağlar. İnsanın kendini biçimlendirmesi, kendini sürekli güncellemesi, bu yolla sır geleceğe yolculuğa çıkmasıdır; yolculuk özünde bir oyundur ve bu oyun, nasıl sonlanacağı bilinmediği sürece oynanmaya değerdir.

Bir insan, kendi içine düştüğünde, kendi düşünceleriyle, yani kendi gönül bilgisiyle karşılaşır; doğrulatmak için de orada hazır bekleyen vicdanına başvurur. Yalan nedir bilmeyen vicdan, hükmünü verir; olumlu verirse geleceğin sır kapısını aralarsın. Olumsuz verirse, oyun biter ve gelecek sır olmaktan çıkar, nostalji saldırıya geçer ve geçmişin ayrıntılarına fırlatır seni; bırakalım geleceği, günümüze taşınmakta bile zorlanırsın artık. Seçeneksiz, umudu bugüne günceller, düşlerini umutsuzluğa mahkûm edersin; umutsuz düşler, tıpkı vücuda kazınan dövme gibi, kızgın bir iz bırakır gönlünde.

Anlarsın, tecavüz sonucu, gönül bakireliğini yitirmiştir; bu nedenle denir ya ister kadın ister erkek olsun önemli olan, gönül bakireliğidir, diye.

ALEVİLİĞİ SARAN PARANOYAK İDEOLOJİ–Hasan HARMANCI

ALEVİLİĞİ SARAN PARANOYAK İDEOLOJİ
Hasan Harmancı

Beyinlerinin yıkanmasıyla, eğitim ve İslami alternatiflerle doyurulmaları sonucu Aleviler felsefi değer olarak kabullenmeye başladıkları fatalis/kaderci tutum yüzünden yozlaşmışlardır.

Edebiyat, sanat, politika ve eğitim aracılığıyla ortaya çıkan ideolojik çözümleme Alevilerin örgütlü kesimleri dışında kalanları dönüştürmüştür. Bu nedenle kurulan bu yeni hükümetler aracılığıyla Aleviliğe karşı Dar’ül Harpt’e olan İslam, Dar’ül İslam’a geçme önerisinde bulunmaktadır. ‘Aynı dinin kardeşleriyiz’, ‘Alevilik Hz. Ali’yi sevmekse ben de Aleviyim’ gibi kavramlara sığınmak, ‘Alevilerin ibadet yerleri camilerdir…’ diyebilmek bu yaklaşımdan başka bir şey değildir. Alevi örgütleri Aleviliği özgün haliyle bırakmak yerine sen Alevi değilsin ben ‘öz Aleviyim’ tartışmasının içindeyken, Alevilik çoktan Kur’an’da anlatılanlara uyumlu bir inanç olmaya yol almaktadır. Her ne kadar ‘Alevilik İslam dışıdır’ tartışması ortaya atılsa da evlerine Kur’an asan, Cemevlerinde namaz kılmaya başlayan, Kur’an ve Muhammed’in sözlerinden alıntıları Cemevlerine özlü sözler olarak asan, evinde Mevlüt okutan ve cenazesini İmamla kaldıran, ‘Bozatlı Hızır yardımcın olsun’ demek yerine ‘Allah yardımcın olsun’ diyen, Ramazan’da oruç tutan, Ramazan Bayramı’nı gerekçe gösterip Tanrı dilekli tebrik kartı ve cep  telefonu mesajı, mail yazan bir topluluk olmaya dönüşen Aleviler kendi aralarında yeni bir kutuplaşmanın temelini atmış görünmekteler.

Aleviler Ortaçağ karanlığı yaşanırken Hümanist ve insan temelli öğretileriyle tüm inanç deformasyonlarına karşı direnmeyi başarırken, yakın çağdan başlayarak felsefi ve kurumsal zaafiyete uğramaları sonucu, Aleviliği Kuran’ın öngördüğü şeriati yaşam biçimi ile ilişkilendirmeye başladılar. Kurumlarının ve kurum önderlerinin İslam’a açık çalışması yanında politik yapılanmadaki muhafazakar – liberal yenilenme de Alevilerin yeni bir ruhsal ve kültürel şekillenmeye kaymasına neden olmaktadır. Bunu, bilim ve inanç ilişkisini kuramamayla ilişkilendirebilmek mümkündür. Bilimsel düşünme ile inançlarının doğasal çelişkilerindeki beslenme eksikliği çözülmelerini açık hale getirmektedir. Bu anlamda Ortaçağ’da herkesten önce başardıklarını Modern çağda başaramamaktalar. Geçmişlerine bakma zahmetinde olmayan bir topluluk konumunda sürüklenmeyi tercih ediyorlar. Hafızalarını kaybetmişçesine tarih dışında kalmaları, atalarının modern çağda temsilcileri olmalarına engel olmaktadır.

Cumhuriyetle birlikte kendileri için geliştirilen proje kapsamında beklenildiği gibi Paranoyak bir ideolojik yanılsama ile bir yandan laik bir tutum içine girmekte bir yandan da dinsel sembol ve duygularıyla birlikte katı doğmalar dünyası olan Sünni İslam formlarına uyum sağlamaya çalışmaktadırlar.  Bu nedenle de kültürel modernlik açısından akılcı dünya görüşlerinde çatışmalar ve çarpıklıklar meydana gelmektedir. Bireysel kişi hakları ve demokratik gelişmeye ve seküler değişime kendi içlerinde ruhsal olarak ulaşamamaktadırlar. İç hoşgörüsünü yitirmiş toplumların birbirlerine kin duymaları, ortak düşüncelerini geliştirmelerine olanak vermemektedir. Değer yargılarını başka inanç formlarıyla tamamlamaya çalışmaları, ithal etme güdüsüyle hareket etmelerine neden olmaktadır. Kendileri üretemedikçe/üretmekten kaçındıkça ithal etme mantığıyla hareket ettiklerinden, eksik kaldıklarında politik argümanların da yardımıyla kolayca İslami değerleri kabullenmekteler. Hiç üretmeden tüketmek esir olmayı doğal hale getirmektedir. Kültürel kabullenişle birlikte her seferinde yeni transferler daha olağan ve kolaycılıkla kabullenilmektedir. Aleviliğin ne olduğu konusunda birikimsel eksiklik, tarihlerini de doğru okumalarını engellemektedir. Güçlü İslami akademik veriler ve yazılı tarih Alevilerin önüne zorunlu bir set çekme uğraşındayken, bir yandan kolaycılığı seçen ve politik ve ekonomik beklentilerle hareket eden çeşitli Alevi aktörler bu hezimetin kapısını sonuna kadar içten zorlamaktadır.

Muhammed’in biyografik bilgisinden kendisine pay çıkarma yolunda dinsel şecere ilişkisi kuran Alevilik, doğal olarak İslam’ın mezhep kuram ve kuralları içinde kendisine misyon yaratmaktadır. Kültür ve tarih birlikteliğini Şiilik ve Sünnilik kategorisi çözümlemesiyle kabullenen Alevilik, etrafındaki İslam dışı yargıların getirdiği baskılarla hareket etmektedir.

Alevilerde Praksis Sorunu

Alevi bireylerin kente özgü özgürlük alanıyla, Aleviliğin öğretisel hoşgörüsünü birleştirerek oluşturduğu kişisel praksis Aleviliğin dağılmasında görece etkin olmuştur. Bireylerin, zaten kentte işlemeyen kurumları yanında kendilerinden sonraki kuşaklara bireysel özgürlüklerinin de avantajlarını kullanarak, gelenekten uzaklaşma/yabancılaşma duygularını göstermemelerine neden olmuştur. İnançsal ve kültürel sorumluluklarının hesabının sorulmayacağı güveniyle hareket edilmesi sonucu, öğretisel anlamda genel bir yozlaşma ve kimliğe yabancı kuşakların oluşmasına neden olunmuştur.

Aleviliğin bu durumuna herkesin bildiği praksis sorunsalı anlamında Çin örneğini verebiliriz. Feodal dönemde Çin’de her köylü ekilebilir topraklarını çoğaltmak için arazisinde bulunan ağaçları kesmektedir. Bu nedenle kısa bir süre sonra -şimdi daha iyi anladığımız- sel baskınlarının arttığı bir coğrafya konumuna gelir Çin. Kişisel yarar umma ve toplumun ortak değerleri doğrultusunda hareket etmeyen Çinliler kısa zamanlı avantajlar kazanacaklarını düşünürken daha büyük ve dönülmez felaketlerle yüz yüze kalmışlardır. Bu örnek yaklaşım şunu gösterir ki, bireysel praksis her koşulda toplumsal duyarlılık dikkate alınarak gerçekleştirilmelidir. Aksi takdirde insan kültürel birikim ve değerlerde geriler veya yozlaşırsa başkalarının baskınlarına açık hale gelir. Alevilerin kentte yaşarken göremedikleri bu olduğu gibi Neo-Liberal politikalara yakın ve sempatik kalmaları da yaşamlarının kesitsel olarak toparlanması uzun zaman alacak bir çölleşmeye uğramaktadır.

Yeniçağ düşüncelerinin güzel ve başarılı yanı hepimizin gördüğü gibi her bireyin kendi yetenek ve becerileriyle başbaşa kalmasıdır. Artık kolay ve geleneksel zorunlulukla boyun eğmeyecek ve güdülemeyecektir. Buna karşın birey, yaşam biçimini, kültürel ve politik belirlenimini güçlü kişisel bir birikimle tamamlamak zorundadır. Her alanda kamusal bir birliktelik oluşturma gücü ve birlikteliği yaratamayan bireylerin tutunacakları sağlam bir kurumsal kimlik ve ruh da bulmaları zorunludur. Çünkü yaşamlarına ait olan biteni anlamak ve aktarmak zorundadırlar. Anlamak da yetmez, kendini geliştirmek, zorlukları yenmek ve engelleri aşmak zorundadırlar. Bunun için dayanacak ve güvenecek temel bir ilke ve temel bir örgütsel mekanizma gereklidir. Ne yazık ki Aleviler için bu alan kişilerin tek başına başarabilecekleri nesnel ve nicel bir durum taşımamaktadır. Alevi kimlikli bireyler değişimi kültür birikimden uzak hatta eleştiren olarak, bakarak çözmeye çalışmışlardır.

Birey Olma Sorunu ve Laiklik

Bu, Alevilik ve Aleviler için yepyeni bir yaşam biçemiydi. Herkes, toplumsal yaşamda ‘yetki’, ‘ödev’ ve ‘sorumluluk’ yüklenerek, herhangi bir kimse olmaktan çıkıp,’belirli bir kişi’, bir ‘birey’ oldu. Birey olmak, erişkin olmak, yaşamına yön verebilecek güce kavuşmak, başkasının gözetiminden kurtulmaktır. Her birey, toplumsal ilişkilerinde ise gözetim altında olduğu dönemlerdeki gibi ne Dede’nin tebaası, ne de dinsel kurumların edilgin bir üyesidir,  ‘sözde’ kendi yaşamından sorumlu etkin bir ‘yurttaş’ konumuna gelmiştir. Göreli olarak, özgür ve sorumlu bireylerin oluşturduğu bu yeni birliktelik, gerçek toplum olma yolunda önemli bir aşama olarak karşımıza çıkmasına karşın bir ayağı eksik ve çözümsüzlük olmuştur. Yenidünya düzeninin dayattığı küreselleşme dinamiği içinde kültürel yapılanma ihtiyacı artınca aidiyet duyguları konusunda ruhsal ve örgütsel sorunlar Alevi bireylerin ve çok zor koşulda sürmeye çalışan Alevilik kurumlarının kapısını çalmıştır. Alevilerin, laikliğin getirdiği özgürlükten yararlanma çabaları evrensel insan olmak çabasıyken, yaşadıkları inançsal katliamlar sonucunda laikliğin yaşamları için vazgeçilmez bir kavram olduğunu düşünmeye başlamışlardır. Ancak Laiklik kavramının aslında kendilerini özgür ve eşit görmeye ve göstermeye yetmediğini zamanla görmüşlerdir. Laiklik kavramının sığınma amacıyla bir beklenti mi yoksa bilinçli/bilinçsiz Alevilere savundurulmaya çalışılan bir kimliksel denge ürünü mü olduğu tartışmalıdır.

Son zamanlarda Alevilik kökenli dergilerde dosya konuları oluşturularak çeşitli alan ve kavramlar konusunda, Alevilik açısından görüş ve düşüncelerin tartışılması yeni Alevilik yaşam felsefenin nasıl gelişeceğine açık kapıdır. Eksiklerine ve geç kalmışlığına karşın hem akademik anlamda sivil kuruluşlar biçiminde Alevilerin hala devletlerden, sistemden bağımsız yol arama çabası bu yapılanmanın da elzemliğini göstermektedir. Bu durum aynı zamanda felsefi anlamda bir çözümleme, yenilenme beklendiğinin de göstergesidir. Yaşam biçimi olarak kamusal işlevini yerine getirebilen Aleviler kültürel değerlerinin hak talepleri ve yaşama alanı bulması açısından belli bir senkronik (eşzamanlı) bakış açısının arayışındadırlar. Bunun altında yatan başka bir şeyde, Alevilik açısından Alevilik sisteminin, yapısal anlamda kurumlarının boşluğunu yaşamasıdır. Hiçbir sistem, yapı eksikleriyle süremez. Bütün unsurlarının bir arada olması gerekiyor sistemin yaşayabilmesi için. Alevilikteki siyasal, inançsal ve kültürel yaşayamamayı, daralmayı bu açıdan da değerlendirmek gerekir.

İslami Paradigma Yolculuğu

Toplumun içinde bazı kesimlerin oportünist bir tutum içinde olmaları bir kısmının ise hayranlık içinde olmaları Alevilerin yaşam düzeylerinde bir duraksama yaratmaktadır. Özellikle 13.yy’dan 16.yy sonunu kadar süren Aleviliğin ‘altın çağı’ nostaljisiyle birçok fikirde yaşanan gelişmeyi bu güne taşıyamamaları son iki yüzyılda kültürel ve inançsal DNA’nın bozulmasını getirmiştir. Doğuş anından başlayarak seküler bir köktenciliği tercih eden bir öğreti sınıflamasına sahip olan Alevilik, bugün ne yazık ki söylemde öne çıkarmasına rağmen seküler formasyonunu yitirmiştir. Güçlü kalıp ilişkileri içerisinde hareket ettiği düşünülen Aleviliğin sırsal epistemisi sadece psikolojik olarak koruyup savunabilmektedir. Köken duygusundan uzaklaşmış maneviyatını dinsel değiştirme, inançsal soğuma ve kanaat geliştirememe noktasında yeni dönemde sürekli tekrara dönüştürmektedir. En belirgin ve en basit düşünce hareketlerinde bile öğretinin felsefi yansıması yerine İslami argüman ve felsefi bakış açısı kullanılmaktadır. Hacı Bektaş Belediyesi’nin dağıttığı kitap ve geçtiğimiz sayılarda eleştirdiğimiz ve çözümlemeye gittiğimiz çalışmalarda bu anlayışı kolayca görmek mümkündür. En büyük cesaret de bunu Hacı Bektaş Belediyesi’nin Alevilere Alevi öğretisini yeniden kodlayarak ve İslami dairecilerin beklediği gibi ve tatta ‘ücretsiz’ dağıtmasıdır. Bu anlamıyla Alevilik, zamanın iktidar, kader ve görsel ideolojik dayatma avcıları ve işgüzarları elinde kullanılıp durmaktadır.

Alevilik, Batılılaşma ve İslamlaşma arasındaki kavgada ülkenin genel durumu çerçevesinde İslami bir bakış açısını (paradigma) yüklenmeye ve solumaya başlamıştır. Serçeşme’nin sihirsel gücünü kullanmaması veya yitirmiş olması, öğretinin canlı bir organizma gibi Alevilerin belleklerini ve duygularına çözüm üretmemesi kuşkusuz bu durumun en önemli sorundur. Dünyayı algılamadaki modern tutumlarını, toplumu yönlendiren modern aygıtlara kaptırması sığ ve uyumsuz bir Alevilik düzeneğine destek olmaktadır. Devletin oluşturduğu ideolojik paranoya da rakip ideolojilerin güdümü ve ideolojik baskısı altında ezilmektedir. Çağımızın üretim ilişkileri ekseninde, kentleşme düzeneği çerçevesinde geleneğe yaftalanmaya, uydurulmaya çalışılan yeni fikirler bilinç dışı bir batılılaşma güdüsüyle Müslümanlaşmaya biraz daha ayak uydurmaktadır.

Her toplumun tarih kültürü ve politik kültürü yanında öğrenme kültürünü de ayakta tutması ve geliştirmesi gereklidir. Alevilikte öğreti kurumlarının çökmesi/işlememesi özellikle kendi gelenek ve tarih birikim ve tecrübesini gelecek kuşaklara aktarmasına engel olmaktadır. Tarihsel olarak bilinç ve belleğini yenileyen toplumlar aidiyet duygusunu güçlü tutar ve politik hedefler koymada rahat olurlar. Düşünme kapasiteleri daha güçlü hareket eder ve aynı zamanda kimliklerinin sosyal olarak korunmasını sağlarlar. Öte yandan eğitim yaşında olsun olmasın çocuklarını ve ergenlerini besleyemeyen toplumların akıl yollarında doğal olarak oynamalar olacağı gibi aidiyet duyguları güdükleşir. Kültürlerarası karşılaştırmalar yapmaya kalkarsak; Alevilerin kadim kültürlerinin, kendi neolitiklerinin basmakalıp kavramlaştırmalarını kurtaramadıkça, doğal güç ve birikimleriyle geliştirmedikçe Alevilikteki uyanış ve “kendi kaderini tayın” edebilmeleri mümkün değildir.

Zincirlerini yetirme duygusu Alevileri batıya yönlendirmekten daha çok içinde yaşam savaşı verdikleri “İslam dairesi”nin anti-demokratik baskı ve şiddet ve iktidar gücüyle işbirliğine gitmektedir. Yaşam biçimi, düşünce şekliyle, gelenek algılayışı açısından tutarsızlaşan toplumlarda kültürel kod ve işaretlerin gücünü yetireceği aşikardır. Düzen tabusu ve fobisinin eylemsizleştirdiği felsefelerin düşünme biçiminde ve insani hedeflerinde ve toplumsal ‘bir olma’da paranoyak bir hayat tarzını seçmesi çok kolaydır. Anlam ilişkisi doğrudan kurulmasa da kültür ve ideoloji her zaman siyasal bir güç ve güç karsısında parçalanma ve kalıp değiştirme ya da direnme getirmektedir. Alevilerin son dönemlerde kendilerine seçtikleri bu din değiştirme pozisyonları, yabancılaşma duyguları içinde bünyeleri kabul ettikçe İslam’a karşı bir modern tüketici olmaları aynı akılla tartışmalarını getirmektedir. Alevilik çalışan bir araştırmacının veya düşünürün Alevilik anlatırken İslami örnekler seçmesini ve tarih birikimini aynı kulvarda aynı sacayağı ile ölçmesi yoksa nasıl açıklanabilir.

Hoşa gitse de gitmese de Aleviliğin sarfettiği bunca felsefi yolda geleceğini kurmayı amaçladığı insani hak düzeni yeni dünyalar adına İslamı keşfetmesinden başka bir yol değildir. Olaya salt kuramsal bakmaktan vazgeçip sokaktaki Aleviliğin işinde, aşında, eğitiminde, günlük hayat döngüsünde karşılaştığı kitlesel görüntüyü kendisine ve “Müslüman kardeşine” nasıl kekeleyerek anlattığını nasıl açıklayabiliriz. Yaşadığı psikolojik şiddeti gündelik hayatta sürdürmesini, ahlaki kural ve çatışmasını, öteki olmaktan kendisini cismani olarak kurtaramayışını ne ile sorgulayabiliriz. Alevi olmaktan kaynaklanan ve içinde yaşadığı topluma uyum sağlamada yaşadığı ve tasarı olarak aklında ürettiği şahsi hikayesini başka bir akıl ortamında nasıl savunduğuna bakmak lazım. Burada kendisinin ve bağlı olduğu toplumsam kesimin çoğalttığı paranoyak görüntüyü görmek gerek. Bütün bu davranışlar Alevilerin kişisel anlamda kendilerini dönüştürmek için teorik yeniden yapılanmaya bellek edinimine ihtiyaç duyduklarını göstermektedir.

ALEVİLERE HAKARET SUÇ SAYILMAZ–Abbas TAN

ALEVİLERE HAKARET SUÇ SAYILMAZ

Binlerce yıldır Alevilere karşı sürekli hakaretler yapıldı. Bireysel hakaretler yetmedi,dönemin Padişahları fetvalar hazırlattı ve bu doğrultuda kararlar verildi. Fetvacı Ebusuud, Müftü Hamza bunların başında gelenlerdi. Nice Aleviler bu fetvalarla başları kesilerek katledildiler.

Cumhuriyet dönemi değişen birşey olmadı,Tekke ve Zaviyeler bahane edilerek Alevilik resmen yasaklandı.

Süreç öyle hızlı ilerledi ki mahalle baskılarının yanı sıra okullarda Din dersi öğretmenleri tarafından aşağılama ve hakaretler devam etti. Başta Alevilerin oy verdikleri partiler olmak üzere bütün siyasi partiler ve siyasiler ses çıkartmadı,göz yumdular. Bir kaç Alevi milletvekili uğraştı ise de sonuç alınamadı.

Son olarak da 24.9.2018 tarihinde İstanbul Arnavutköy’de Cumhuriyet Ortaokulunda din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmeni, “Alevilerin yemeği yenmez” dedi. Bunun üzerine bölgedeki Cemevi yönetimi bu öğretmen hakkında dava açtı. Aradan geçen uzun zamandan sonra  savcılık suç unsuru oluşmadığı gerekçesiyle  “kovuşturmaya yer olmadığına” karar verdi.

Alevilere yada Aleviliğe hakaret etmek suç sayılmamaktadır.

Bunun nedeni,
Mevcut yasalara göre Alevilik bir inanç değildir. Dolayısıyla Aleviler diye bir toplum da yok sayılmaktadır.Olmayan bir şeye hakarette suç sayılmamaktadır.

Dünyanın bir çok ülkesinde Alevilik bir inançtır diye kabul görmekte, Alevilik devlet okullarında ders olarak okutulmaktadır. Aleviliğin merkezi kabul edilen Türkiye’de Alevilik yok sayılmakta hem de mahkeme kararı ile.

Kim ne derse desin. Kimler nasıl karar verirse versin, Alevilik kendine has bir doğa inancıdır.
19.6.2020 Abbas Tan

(Türkiye Toprağında/ Ütopya Komünizminden) ORTAKLAR KOMÜNÜNE–Esat Korkmaz

(Türkiye Toprağında/ Ütopya Komünizminden)
ORTAKLAR KOMÜNÜNE
Esat Korkmaz


Baştan da belirttiğimiz gibi ütopya, hiçbir zaman gerçekleştirilemez; yeryüzünde ona yaklaşan bir modeli yaratılabilir ancak. Anlaşılır olmak için, Ortaklar Komününe, Ütopya Komünizmin izdüşümü dedik. Ütopya, gerçekleştirilemediği için ölümsüz bir umuttur; gökkuşağı gibi hep önündedir, ulaşılmak istenen bir çekim merkezidir. (1)

Rıza Kenti’ne bağlanan ütopya komünizmi, ortak bir amaca yönelik üretimde bulunan toplumun, tarihi üretirken önüne belâ olarak çıkan özel mülkiyet, sınıflar, devlet ve paranın olmadığı, devlet olmayan bir örgütle yönetilen, Tanrı’nın yerine insanın-doğanın, peygamberin yerine öğretmenin geçirildiği, düşsel bir toplum tasarımıdır.

Bu proje, kent-toplum bağlamında ele alınıp işlenmiştir. Buyruktaki Rıza Kenti, Aleviliğin geleceğe yönelik kestiriminde, düşsel kâmil toplumun bir anlatımı olarak algılanabilir. Toprağın temel üretim zemini, köylülüğün egemen ezilen sınıf olduğu Ortaçağ koşullarında; sınıflı toplum öncesinden taşınan ilksel eşitlikçi toplum değerlerinin güdücülüğünde, gelecekte insanlığa kesin kurtuluş getirecek olan düşsel kurtuluş projesidir bir bakıma. Sınıfların olmadığı, paranın ortadan kalktığı, herkesin gereksinimine göre tükettiği, özlemine göre yaşadığı, söylencenin yüzyıllardır canlı tutmaya çalıştığı, geleceğe yönelik rüyanın projeye bağlanmış bir biçimidir.

Düşsel Toplumsal Projeye baktığımızda; bireyin önemi, eylemlerinde ve uğraşlarında toplumsal grupla ne ölçüde ilgili olduğuna, ortak esenliğe hangi katkıda bulunduğuna göre belirlendiğini görürüz. Yani, bireyin yaptığı her şey için, topluluk önkoşuldur. Topluluğun önkoşul olması, bireysel mülkiyetin olmadığı, her şeyin herkese ait olduğu ve gereksinmelere göre paylaştırıldığı toplumsal tasarımı öne çıkarıyor.

Bu bağlamda Alevi düş, göksel değil, bireyin topluluğa ve doğaya karşı sorumluluklarından ve toplumsal/doğasal yükümlülüklerinden doğar. Böyle olmasına karşın öğreti, bireycilikle karşıtlık içinde bulunmaz. Toplumculuk ve bireycilik bağlamında, topluluk üyesi birey, kendi varlığını kanıtlamak için, kendi özerkliğini talep eder.

Rıza Kenti, ezilenlerin kesin kurtuluşlarını düşlediklerinde düşlerine taşıdıkları, her türlü aşamalı düzenin yokluğunda, yetkenin, erkin ve egemenliğin kovulmuş olduğu, doğrudan demokrasinin tüketilerek üretildiği bir toplumu bize tanıtır. Böylesi bir toplumda, birey öncelikle, kendisini kendi zincirlerinden kurtarır; kendi özgürlüğünü feteder. Kendi farkındalığının ayırdına varır varmaz bu kez, arzusunun izinde, fetettiği kendi özgürlüğüne sınırlamalar getirerek, toplumsal yaşama katılır.

Böylece bireysel özgürlükle toplumsal yaşama zorunluluğu, doğrudan demokrasinin terbiyesine açık olmak koşuluyla bir denge kurar. Anlatımın sunduklarını yorumladığımızda, Rıza Kenti adıyla bize sunulan Ütopya komünizmi, kendi kendine yeten özgür beldelerin-bölgelerin bir birliği olarak tanımlanabilir: Karşılıklı yardımlaşma ve ortak çıkar belirleyicidir. Para olmadığı için, ücretlilik ortadan kaldırılmıştır. Aracılar, temsilciler de yoktur: Halkın doğrudan sahipliği hemen her şeyin koşuludur. (2)

Görüldüğü gibi Alevi ütopya komünizmi, kendi geleneksel yaşama biçimlerinin bir parçasıdır. Yaşama biçimi eğitim, toplumsal denetim ve ritüellere katılımla iletilir ve içselleştirilir. Bu nedenle geleneksel yaşama biçiminin terk edildiği yerlerde bu düş yer yer örselenir. Alevilik İslamlaştırıldığı ölçüde ise düş yok olur. Onun yerini Cennet alır.

Rıza Kenti’yle betimlenen Yok Yer’deki düşsel toplumun Bu-Dünya’ya taşınma çabası sürekli canlı tutulduğu için Hakikatin tarihi, bâtınî başkaldırı siyasetinin-politikasının tarihi olmuştur. Bu nedenle her kâmil insan, ütopyanın komünizminin izini, Bu-Dünya’ya düşürmek ister. (3)

Düşsel toplum tasarımları, bir yanıyla siyasetin ütopyalarıdır: Daha doğrusu siyaset denilen şey, bu ütopyanın hafızasına kayıt edilir. Tersinden düşünürsek, siyasi ütopya, şimdiki zamanın içinde kayıtlıdır.

Rıza Kenti’ne bağlanan Alevi Ütopya komünizmi, Şeyh Bedreddin, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal isyanlarıyla somut toplumsal bir tasarıma dönüştürülerek yaşama taşınmaya çalışılmıştır. Ortaklar Komününe baktığımızda, bu düşşel projenin yeryüzüne taşınma çabalarına tanık oluruz.

Bu açıdan bakıldığında Ortaklar Komünü, komünizm içerikli, ezilenlerin ölmez kurtuluş düşüdür: Bu nedenle her Alevi eylem-etkinlik ve uygulama, bu düşü kırmaya yönelik bir gerçekliktir. Ondan koparılan her parça ütopya olmaktan çıkar ama kendisi hep ütopya olarak kalır.

Börklüce ve bağlısı canlar, yaklaşık 600 yıl önce, Ortaklar adıyla ilk örgütlü komünal toplumu yarattılar: Toplumun merkezi aynı adla anılan yerleşme oldu. Şeyh Bedreddin’in sağ kolu durumundaki halifesi olan Börklüce Mustafa’nın kurduğu yerleşim alanında, Çelebi Mehmet döneminin adaletsizliğine ve zulmüne karşı, Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi kökenli köylüler, el ele vererek yeni ve eşitlikçi, sömürüsüz bir dünya düşünün temellerini attılar. Cennet’i bu-dünyada kurmaya soyundular. Nazım Hikmet’in dizeleriyle;

“Hep bir ağızdan türkü söyleyip
Hep beraber sulardan çekmek ağı,
Demiri oya gibi işleyip hep beraber,
Hep beraber sürebilmek toprağı,
Ballı incileri hep beraber yiyebilmek…” için ileri atıldılar.

Ortaklaşarak tarımın geliştirilmesi için sulama arkları yapıldı; ortak çıkara hizmet için değirmenler inşa edildi; tarlalar, herkesin malı durumuna dönüştürülmüş üretim araçlarıyla işlendi; evler, yollar, taş kuyular imece yöntemiyle gerçekleştirildi.

Ortaklar Komününü güncellemek ve güncellediğimiz değerleri bugünün saldırısından korumak her Alevinin, her sosyalistin ve her komünistin görevidir. Unutmayalım, umudun içi umutsuzluk doludur; başkaldırdığında umutsuzluk kendini ateşe verir, ateş onu yakar geride umut kalır. Demek ki ütopyalar gündüz düşlerinden derlenir, kanatlanıp uçup gitmesin diye etkin duruma getirilir. Etkin duruma getirilir getirilmez, var olan iptal edilmez, sınırları aşılır. (4)

Ütopyaya bağlanan arzu-istek; vicdanları uyandırır ve özgürlüğü özgürleştirir. Yaşamın sureti eskidiğinde, olanağın sınırları aşılmaz engellere dönüşür; olanaksızı istemek, yani ütopyaya koşmak anlamsızlaşır: Yakına nişan alır, vurduğumuzla övünürüz artık. (5)

Şimdi de sözü, ütopyamızı nefese bağlayan İbreti’ye verelim ve sözümüzü mühürleyelim:

Bir Şah olsam hükmeylesem cihana, / Kilise, mescidi yıkar giderdim. / Okullar yapardım bütün insana, / Cehaleti kökten söker giderdim.

Fabrikalar kurar idim her yerde, / İkiliği kovar idim bu serde, / Ayrı gözle bakmaz idim bir ferde, / Cihana bir gözle bakar giderdim.

Gerçek insanları bilirdim Allah, / Ondan gayrisine tapmazdım billah, / Ne Kâbe kalırdı ne de Beytullah, / Yerine bir arpa eker giderdim.

İnsanlıktan başka olamazdı cennet, / Yok olurdu İsa. Musa, Muhammet, / Kalkardı dünyada mezhep, tarikat, / Dinlerin bağını çözer giderdim.

Bir olurdu zengin fakir her zaman, / Çaresiz dertlere olurdum derman, / Ne gâvur kalırdı ne de Müslüman, / Tümünü bir yola çeker giderdim.

Gece gündüz çalışırdım millete, / Bir faydalı kul olurdum elbette, / Bir ırmak olurdum Güneş’ten öte, / Yeni fezalara akar giderdim.

O günü görseydim yüzüm gülerdi, / Dünyada insanlar bayram ederdi, / Ne bir silah ne bir atom kalırdı, / Bir ulu deryaya döker giderdim.

İbreti der varlığımız bitmezdi, / İnsanoğlu yanlış yola gitmezdi, / Ayrı gayrı devlet icap etmezdi, / Dünyaya bir bayrak diker giderdim. (6)

KAYNAKÇA

(1) Balandier, Georges; Büyük Rahatsızlık-Çev.: Devrim Çetinkasap-; Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul- 2018, s, 32
(2) Kutlu, Haşim; Tarihsel Bir Gerçeklik mi Ütopya mı? Serçeşme Dergisi; Sayı: 44; İstanbul- Ağustos/ 2008; s, 9
(3) Maler, Henri; Ütopyalar Sözlüğü/ Michéle Riot-Sarcey-Thomas Bouchet-Antoine Picon-Çev.: Turhan Ilgaz-; Sel Yayıncılık, İstanbul- 2003; s, 164
(4) Korkmaz, Esat; Alevilikte Devriye Tasarımı ve Zamanda Yolculuk, Demos Yayınları, İstanbul- 2019, s, 239-245 arası.
(5) Bloch, Ernst; Umut İlkesi Cilt I-Çev.: Tanıl Bora-, İletişim Yayınları, Üçüncü Baskı, İstanbul- 2013, s, 45
(6) 1920-1976: Sarız’ın Kırkısrak köyünde doğdu. Asıl adı Hıdır Gürel’dir. Geçmişi, Akçadağ’dan göçen bir aileye dayanmaktadır. Âşıklık geleneğinin yoğun olduğu bir aile ve yörede büyüdü. İlk deyişleri, köylerine gelip giden dedelerden öğrendi. Zaman içinde, cemlerde dinlediği dede ve zâkirlerden öğrendikleriyle de bilgisini pekiştirdi. Yaşamının zorluğu nedeniyle İbreti mahlasını kullanmaya başladı.

KÜLTÜREL IRKÇILIK VE ALEVİLİK–Esat Korkmaz

KÜLTÜREL IRKÇILIK VE ALEVİLİK
Esat Korkmaz


Yaşadığımız koşullarda, devlet ırkçılığı, kültürel ırkçılık uygulamalarını üstlenmiş durumda; önce bireyi ardından yaşamı devletleştirdi. Şimdi ise devletleştirdiği yaşam üzerinde hedef gösterme, saldırma-öldürme hakkını kullanmak istiyor.

Irkçılık, başlangıçta, kapitalist üretim ilişkisi içinde köle emeği kullanmayı meşru kılmanın ideolojisi olarak ortaya çıktı. Günümüz ırkçılığı ise bu ırkçılığı kullananlar tarafından, kendileriyle ortak bir geçmişe sahip olmayan insanlara dayatılan bir ideoloji olup çıktı; ulusal sınırlar içinde, dışlanan etnik ya da farklı kültürel gruplara karşı uygulanan baskı ve egemenliğin, gerekçesi olarak yaşama taşındı.

Artık daha aşağı bir ırkın varlığından söz edilmiyor. Irkçılık kapsamında biyolojik gösterenlerin yerine, kökenlerinden dolayı bir başka kültür dünyasına bağlı insan gruplarının varlığı geçti. Belirleyici anlamda, öne çıkarılan bu kültürel özelliklerin aşılamaz olduğu yargısıyla farklı kültürlerden gelen insanların, benzer olmadıkları ve olamayacakları bir bakıma ortak kabule bağlandı.

Özetle ırkçılık ideolojisindeki biyolojik gösterenlerin yerini, kültür kavramıyla ilişkilendirilen belirlemeler aldı: Ve yeni ırkçılık, kültürler arasındaki farklılığa dayanarak temellendirildi. Artık, ırkların kana bağlı olarak değil de kültüre bağlı olarak tanımlandığı bir dönemi yaşıyoruz. (1)

Çok yakın geçmiş Cumhuriyet tarihimiz bile sayısız kültürel ırkçılık saldırıları üretti: 1978 Kahramanmaraş Cankıyımı, 1980 Çorum Katliamı ve 1993 Madımak’ta insanların canlı canlı yakılması vb. sayılabilir.

Yavuz Sultan Selim, 1514’te Şah İsmail’e karşı savaşa girişmeden önce verdiği buyruklarla 40 bin Aleviyi belirledi ve bunların tümünü öldürttü. Bu katliamın asıl nedeni, girişilecek bir savaşta Aleviler’in Şah İsmail’in yanında yer alıp Osmanlı’yı arkadan vurma olasılıkları değildi. Eğer böyle olsaydı, öldürülen Alevilerin 7 yaş ile 70 yaş arasında olması emredilmezdi; yalnızca savaşabilecek yaşta olan erkekler öldürülmesi bunun kanıtıdır.

Peki ne idi asıl neden: Asıl neden korkuydu. Alevilerin Osmanlı ekonomik-sosyal düzenini bozacak, dağıtacak bir toplumsal sistemin taşıyıcısı olmalarıydı; taşıdıkları düş, yani Rıza Kenti ütopyası Osmanlının korkulu rüyası oldu: Bugün de bu ütopya, egemenler için korku kaynağıdır. “Alevilerin dışlanmasında, Sünni Kürt ve Sünni Türk aynı noktadan konuşuyor. Bugün ramazanlarda benzer bir Sünni Kürt-Sünni Türk dayanışması, inançları gereği oruç tutmayan Alevilere karşı söz konusu. Burada Kürt ve Türk ortak bir aidiyet ve ortak bir suçlu bulmuş oluyor. İlginçtir: Sorunun ulusal bir bileşkede gündeme geldiği yerde bu kez Sünni Türk ve Aleviler, Kürtlere karşı bir cephede buluşuyorlar.” (2)

(1) Korkmaz, Esat; Bütün Yönleriyle Alevilik, Demos Yayınları, İstanbul- 2015, s, 9-40 arası
(2) Özbek, Sinan; Irkçılık, Notos Kitap; İstanbul- 2012; s, 143-144 ve 145

YABANCILAŞAN ALEVİLİK TARİHİ GELECEKTEN MUAF DURUMA DÖNÜŞTÜRDÜ–Esat Korkmaz

YABANCILAŞAN ALEVİLİK
TARİHİ GELECEKTEN MUAF DURUMA DÖNÜŞTÜRDÜ
Esat Korkmaz

Alevilikte tarih, yaşanan yabancılaşmaya koşut, kutsalın tekrara dayanan diyalektiğine kilitlendiği için, baştan yazılmış ve bitmiştir: Bu nedenle, baştan yazılıp bitmiş bu tarih, sürekli tekrarlanır, yani yerinde sayma ilerleme olarak algılanır; doğal olarak tarih bilinci üretemez bu tarih ve gelecekten de muaf olur.

Derler ya tarihin sonucu başlangıcında yazılıdır, diye: Zaman geriye dönüşümsüz olduğu için, tarih de geriye dönüşümsüzdür. Bu gerçek bugün için Alevi tarihine uymuyor: Zaman dışında, yalnızca geriye dönüşümlü olarak kurgulanan bu tarih, başlangıç ile sabitlenen şimdi arasında git-gele indirgenmiş durumda; gelecek olana değil, geçmişe öykünen bir tarih.

Daha düne kadar, umutsuzlukla umut arasında yaşam mücadelesi veriyorduk, bugün ise tevekkülle umutsuzluk arasına sıkışıp kaldık; ufukta geleceğin yakasına yapışıp onu bize taşıyacak bir tarih görünmüyor.

Ama bu tarihi yaşatmak isteyenlere hatırlatalım: Son mutlaka kapıyı çalacak, hamallığı yapılan bu tarihin, tarih olmadığı hatırlatılacaktır. Gelecekten muaf tarih, Alevilere selamet getirmeyecektir bunu bilelim; çünkü bu tarih, Alevilerin kendileri tarafından kendileri aleyhine yapılandırdıkları bir tarihtir.

Tarihi, git-gele çeviren yabancılaşmanın Alevilere ödül olarak armağan ettiği bu boş bilinç-inanç, kaza sonucu oluşmuş bir kırıktır, diyelim ve yabancılaşmaya karşı direnelim.

BÂTINÎLİKTE BEN ÇEVRİMİ Tez-Antitez-Sentez–Esat Korkmaz

BÂTINÎLİKTE BEN ÇEVRİMİ
Tez-Antitez-Sentez
Esat Korkmaz

Bâtınîlikte kişi kendini ve evreni, kendi “ben”inden yola çıkarak anlamaya çalışır: Bu “küçük âlem” olarak algılanan insanda yaşama geçen bir “çevrim”dir. İnsandaki “zıtlıkların-çatışmaların” aşılması biçiminde yaşanan bu “çevrim” sürecinin sonunda, bâtınî nitelikte insan doğar.

Bu insan, kendini teoloji alanının dışına taşır, kendini ve doğayı dinsel tutsaklığın dışında algılar, toplumsal olanın ayrımına varır, Tanrı’yı-Hakk’ı insan donuna döker ve toplumsal bilincin yabancılaşmasına izin vermez; bu yolla şeriatçı dinleri /inançları kaynakta kurutur.

Şimdi “ben” çevriminin bir açılımı verelim:

a) [Düşünen Ben]; ilk öğe kavramdır, “tez” durumunda önceden ortaya konur; felsefenin odağını oluşturan bu “ben” kavramı başka bir nesneyle değil, kendi kendisiyle özdeştir. “Ben”, düşünen bir töz olduğundan kendi kendisini düşünme konusu yapabilir. Kendini bilmek, insanın kendini düşünme konusu yaparak girdiği dönüşüm sürecinin bir ödülüdür. Bu ödül yalnızca insana özgüdür; çünkü doğada, insan dışında hiçbir canlı, kendisini düşünme konusu yapamaz.

b) [Düşünülen Nesne]; “ben” bir nesneyi düşünürken önce kendini ortaya koyar, sonra düşündüğü nesneyi karşısına alır; bu durum, düşünmeye başlayan “ben”in, kendini düşünme odağı yaparak eyleme geçmesidir; bu nedenle düşünülen “nesne” antitez olarak düşünceye taşınır. Düşüncede görme, böylesi bir sürecin sonucudur. Bu bağlamda, düşünülen nesne, düşüncenin nesnelleşmesinden başka bir şey değildir. Daha doğrusu insan “ben”i eyleme geçerek önce kendini; ardından çevresini ve evreni nesnelleştirir.

c) [Düşünen Ben ile Düşünülen Nesne]; son aşamada, düşünen özne (ben) ile düşünülen nesne birlikte ele alınır; bu süreç sonunda ulaşılan bütünlük “sentez” olarak bilince taşınır. Sentez, hükmünü yürütür: İster felsefe ister öğreti isterse inanç söz konusu olsun durum değişmez; nesnelleştirdiğin nesnellikle iletişime geçmeden ne felsefe ne öğreti ne de inanç üretilebilirsin; işte bu durum, Aleviliğin, kendini bilimsel olarak ifade etme şansıdır; bize de bu şansı yaşama taşımak düşer.


Allah Muhammed Ali’deki Diyagram Ya Da Aleviliğin Tanrı Parçacığı Sorunu–Hasan Harmancı

“Allah, Muhammed, Ali”deki Diyagram
Ya Da Aleviliğin “Tanrı Parçacığı” Sorunu
Hasan Harmancı

Aleviliğin simgesel dininin içeriği ve ne anlam taşıdığına dair başlayan tartışmanın belirleyici özelliği, simgelerin İslam’ı mı yoksa Aleviliği mi temsil ettiğine emsal gösteriliyor. Son zamanlarda Alevi kurumları ve Aleviliğin neliği noktasında çokça tartışma ve karşıt savunucuları özellikle açıklamalarında “Allah Muhammed Ali”yi kullanıyor mu kullanmıyor mu, Ehlibeyte açıktan yer veriyor mu, Oniki İmamı anıyor mu vs. diye uzayan bir serancama döndü.
Tartışmalar belge yerine Alevi hafızasına yerleşmiş söylemlerin tekrarlanması ile devam ettiriliyor. İşin ayrıntılarına girmek ya da simgesel dilin karşılaştırmasını yapmak boyutun anlaşılmasını sağlayacaktır. Konu derinlikli ancak Aleviler için hiçbir şey derinden tartışılmadığı için, kestirmece yaklaşım ve söylemler en çok okunup takdir görenler. Fazla yorum ve ayrıntıya girmeden bazı noktalardan dikkat çekmeye çalışayım.

İslam tasavvufunda konuyu tartışanlar konuyu görünen anlamdan (zahir), görünmeyen (Batın) çevresine doğru şöyle bir deklarasyonla faş ediyorlar; “Allahü teala ve tekaddes hazretleri Sure-i Fatiha’dan sonra, Kur’an-ı azim-üş-şanda yemin ederek buyurur ki: (elif.lâm.mim). (Elif) Allahü tebareke ve teala hazretlerinin ilahlığı ve vahdaniyyeti hakkı için, (Lâm); Cebrail aleyhisselamın elçiliği ve imameti hürmeti için, (Mim); Muhammed aleyhisselamın nübüvveti ve risaleti hürmeti için denilmektedir. (Elif), Allah lafzının elifidir, (Lâm, La ilahe illallah lafzının (Lam)ı, (mim), Muhammed aleyhisselamın ismindeki (mim)dir… Sahabe-i güzin “rıdvanullahi teala aleyhim ecma’în” hazretlerinden on kişinin rivayetiyle hadis-i şerifde bildirilmiştir… Resulullah “saallallahü teala aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki; Ümm-i Hani “radiyallahü teala anha” se’adethanesinden, beri mi’raca iletdikleri o gece (Kâbe kavseyn) makamına giderken, arşın önünde, arkasında, sağında ve solunda üçyüzbiner perdesinden her birinde, (La ilahe illallah Muhammedün Resulullah. Ebu Bekr-i Sıddık, Ömer-ül Faruk, Osman-ı Zinnureyn, Aliyyül Mürteda) “radıyallahü teala anhüm” yazılı idi). Bu sure-i azimenin başlangıcında, Allahü kebareke ve teala buyurdu ki, ‘elif, lâm, mim) ve bu kasem neden örtülüdür…

Ey kullarım! (Elif); benim hakkım için, zat ve sıfatım hakkı için. (Lâm), Cebrail-i eminim hürmeti için. (Mim), Resulüm ve seçilmişim Muhammed hürmeti için ki, bu kitabı Kur’an’dır. Sabah ve Akşam namazından sonra ve geceleri de okunulması gerekir. Sabah ve Akşam namazlarından sonraki okuma sayısı 77, gece yarısı okuma sayısı ise 1000’dir. Bu zikri yedi gün boyunca tekrarlayın”. Tekrarlamanız durumunda aşağıdaki işlevlerin vuku bulacağı iddia edilmektedir. Okuyalım;

1. Bağışıklık sisteminiz güçlenir.
2. İnancınız güçlenir.
3. Kalp gözüz açılır.
4. Vücudunuzdaki çakralar açılır.
5. Düşmanlarınız sizden korkar ve hakkınızda kötülük düşünmezler.

Elif Lâm Mim, Allahü la ilahe illa huvel hayyul kayyum, La havle vela kuvvete illa billah.

“Huruf-i Mukattaa (Ar.)/Kesik Harfler (Tr.), sayısı ondört olarak belirtilmiş olsa da, kendi içlerinde tüm Harfleri de barındırırlar. Tıpkı bir tohumda bir orman saklıdır prensibinde olduğu gibi… Elif, Lam, Mim halk arasında tercih edilen Mukattaa Harflerinin başında geliyor. Bu harflerin yan yana, şu kadar aded, yüksek sesle ya da fısıltı ile söylenişinin bir şifa etkisi olduğu düşünülüyor. Harfler krallığında Elif, Lam, Mim Mukattaa Harflerini eşsiz kılan en önemli sebeplerden biri bu.
Mukattaa harfler Sümer çivi yazısından, alfabesinden bu yana bilinen bir uygulama olarak değerlendirilebilir. Buradan da anlıyoruz ki, bu Mukattaa harfleri bir gizemler silsileyi hikayesi ilk çivili ve sonradan da çivisiz yazıdan bu yana. Peygamberler öncesinde de olan ve Tanrı kral, Allah kral ya da insan motifiyle ya da kral tapınaklarının, rahiplerinin insanlar üzerindeki afyonu ya da afrodizyakı bir harfler dizisi ve bunların sayısal değeri, matematiksel hesabı ve ebced karşılığı kadim, belki de yazıdan önce seslerde var. Ve tabii ki herkesin (kulların, kölelerin) elinde, dilinde açılmayan şifreleri var. Sıradan insanlar bu Kesik Harfleri dile getiremezler. Hem yasak hem de beceremezler. Ehil olmadan yani bizim dedeler gibi icazet erbabı olmayanlar bu işler beceremezler.

Bir de Kesik Harfler çağdan çağa da farklı anlamlar, içerikler taşıyabiliyor. Yani sistemli bir biçimde düşünce ya da söylemde kalmıyorlar, gelişiyorlar ya da yeni anlamlar kazanıp, eski efsunlarından sıyrılıyorlar. Bir de bilince göre de değişebiliyor. Eski fikirlere göre söyleyip, orada kalmak doğru olmuyor. Kendini yenilemeyen bilinç Hurufu hurafeye çevirebiliyor, etkisiz kılabiliyor. Bu da toplumların kader çizgisini yanlışa, belaya götürebilir. Aman ha dikkat kime talip olacağınızı bilmezseniz hayatınız karışabilir. Toplumda, kişide yanlış, yalan büyü, muska vs. etki olabilir. Parayla, pulla, hakullahla bu sözler, gizem dili kullanıldığında söyleyeni de, söyleneni de çarpabilir. Söyleyenin tesciline, şeceresine, mührüne, mehrini yerine getirip getirmediğine iyi bakın. Bu çağda herşeyin sahtesi yükünle.

Yağmur yağdırayım, bereket arttırayım derken insanların ocağına incir ağacı dikmek de mümkün. Hakk’a uğurlamaya kalkarken, Can’ın kâinatta nereye gittiğini, atıldığını bilemeyebilirsiniz. O nedenle nefesi keskin, nefsi ortada olmayana “Elif Lam Mim” dedirtmeyesiniz. Hele bir de şifalı harflerin manasını söyleyen bilmezse, yan yana dizilmiş sözlerden öteye zaten geçmez.

Dedenin, Pirin, Ehil olanın nefesini tüketmiş, boşa zaman harcatmış, para vs. vermiş olursunuz. Lütfen “Allah Cebrail Muhammed” derken dikkat ediniz.
Bir de aslı varken böyle şeyler sizi dengesizleştirmesin. Açınız Kur’an-ı ve hangi surede varsa onu vecde gelip okuyunuz. Üstelik otuz Mukattaa harfin yer aldığı sure, ayet var. Şöyle esaslı bir biçimde Kur’an’ı dilinden, Arapça bilmeden okuyanı bu ahkâmlara karışmaya kalkanları kendinizden uzak tutunuz. Uzun sözün kısası şifalanayım derken, şu virüs hikâyesi gibi, şifayı da kapabilirsiniz ya da lanete gelebilirsiniz.

Yani kadimden beridir sesler, harfler belli güçlerin, saf kanların, Ocakların, icazetlilerin elinde güce dönüşüyor. Arap harflerinin kutsal sayan yazar Kevser Yeşiltaş, “Batınî Kapılar Huruf” çalışmasında uyarıyor: “Çok dikkatli olmalıyız. Harfler ilmini bilmeden yapılan en küçük hata, yaşamımızın gidişatını değiştirecek şekilde sonuçlanabilir”. Yazar bu tür kelimelere müdahale edilmesini ayrıca “büyü” olarak değerlendiriyor ve şöyle yorumluyor; “Bu kelimeler bilenlerin elinde bir ışıktır. Çevrildiği yere can verir. Yazılan ve söze dökülen kelimeler çok önemlidir. Bilinçli ve ehil insandan çıkıyorlarsa, o oranda dikkatli olunmalıdır…”
Anlaşılıyor ki bir şeyi, eşyayı bozmak gibidir sesleri harfleri de bozmak. Aslından koparırsınız ve yanlış işe, işleme amaca hizmet edersiniz. Elbette bu sadece harflere uygulanmıyor. Başta Besmele, Fatiha olmak üzere nice böyle şifalı, etkili Arapça harfler var. Türkçede vardır, ben bilmiyorum, duymadım, görmedim. Ancak Kaygusuz Abdal’a göre Âdem Arapça ya da diğer dilleri anlamadığı için Cebrail ona Türkçe seslenir ve o da Cennet’ten ayrılmak durumda kalır.

…”Nice ki söyledi âdem gitmedi
Cebrail’in sözini işitmedi

Türk dili’n Tanrı buyurdı Cebrail
Türk dili’nce söylegil dur git digil

Türk dili’nce cebrail “hey dur” didi
Duru-gel uçmag’un terkin ur””

Nusayri itikadı Hurufçuluğu biraz daha sistemleştirmiş ve iç eğitim amacıyla ve Kurr’andan devşirme dualarında kullanılıyor. İnançsal açıdan dışa kapalı topluluklar arasında sayılan Nusayrilik, Alevi düşün yapısıyla oldukça yakın ve bazı nüanslar da ayrılmaktadır. Bu nedenle Nusayrilerin ne dediği Alevilik karşılaştırması açısından önemlidir. Nusayri (Arap Alevileri; bu tanımı sevmiyorum. Alevinin Arabı, Türkü, Kürdü, Farsisi, Romanı, Abdalı, Tahtacısı vs bir yerde bir şovenlik içeriyor) göre; “Kur’an-ı Kerîm iki kısımdan müteşekkildir. Birinci kısım esrar ve mânayı içeren mûhkemâttır. İkincisinde ise dört hurûftan ibaret olan Velâyet de onun içine dâhildir. Kur’an-ı Kerîm, mûhkemât ve sûrelerin başında anlamları bilinmeyen “Elîf-Lâm-Mîm”, “Elîf-Lâm-Mîm-Sâd”, “Elîf-Lâm-Râ”, “Elîf-Lâm-Mîm-Râ”…” yer alır.

Katı bir hiyerarşi ya da kast sistemine sahip olan Nusayrilikte, “Esrâr-ı Hurûf’a vakıf olanlar “Zümre-i Nâciye” olarak adlandırılan seçkinlerden oluşur. Bu sınıfa dâhil olamayanlar ise hüsrânda kalmış olanlardır” biçiminde açık bir hüküm de yer alır.
Nusayrilikte “Hesâb-ı Cümeli” ya da “Cümel-i Kebîr” var. Yani işler daha karmaşık. Göz kararı bir hareket pek mümkün olmayıp, herkes bu işe pek girişemiyor. Tüm ebced hesaplamalarında olduğu gibi matematik formülleri gerekiyor, o sesi, söyleme biçimi ve ilm-i manayı bilmek gerekiyor:

“Ali mânâdır, Muhammed ise isimdir. Muhammed de kendi nûrundan Selmân-ı Farisî’yi yaratmıştır. Bu sır, Nusayrîler tarafından Hristiyanlıktaki “Baba-Oğul-Kutsal Ruh” sistemiyle açıklanır. Bu inancın, Nusayrîlerin yaşadıkları yörelerdeki eski Hristiyan inançlarının bir kalıntısı olduğu tahmin edilmektedir… Nusayrîler, İmâmet (İsmâ‘ilî i’tikadı)’nda mevcût inanca göre, insanlık tarihinin yedi kademesini gerçekleştirdiğine inanılan “Sâmet” (susan)’ı “Nâtık” (konuşan)’ın üstünde tutarak Halife Ali’yi “Sâmet”, Muhammed’i “Nâtık” ve sahabelerden Selmân-ı Farisî’yi “bâb” (büyük kapı) olarak tanırlar. Bunların baş harfleri Ayn ع, Mim م ve Sin س‎’i önemserler.

Görüleceği gibi “Elif Lam Mim”in yeri değişti ve yukarıda saydığımız kurallar ve kutsallık silsilesi kesildi ya da anlamı farklılaştı, işin içine Salman-ı Farisi girdi. Bu durumda Ayn; Ali, Mim; Muhammed, Sin; Salman-ı Farisi oldu. Salman-ı Farisi’nin İslam’daki özel yerine bakmak isterseniz çok anlatım var ancak sahih olması ve Şia itikadının benimsediğini anlamak için İmam Cafer Sadık’ın görüşlerine bakabilirsiniz.

Bu ilahi sözlere birde Alevilik açısından bakalım. Yukarıdaki anlatım, formül ve ebcede pek uymuyor ancak o da Aleviliğin iç sesi ve batınla (Batınî değil), diyaframla olan ilişkisinden kaynaklanıyor. Maalesef herşeyi çözemiyoruz, bazı şeyleri Evlad-ı Resuller sır olarak saklıyor biz hayli bela kullarından, kullardan. Kurumsal (AKM) bir Alevi internet tanıtım sitesinde bu şöyle dile getiriliyor; insanda “Allah, Muhammed ve Ali sevgisini bir görüp” bunu da “Birleme” olarak değerlendiriyor.

Alevilik bu kavrama çeşitli anlamlar yüklemiş, ancak bu anlamların İslami anlatımla, düşünme ve inanmayla ilişkisi bulunmamaktadır. Bazı Alevi ilm-i şahıslara göre “Muhammed-Ali bir kişidir” ve “Lamelif” karşılığında ele alınıyor. Bu ise yine bu anlatıma göre şu formüle çıkıyor: “Evrenin aslı Hak’tır. Hak-Muhammed-Ali’dir. Yani evren bu üçünün birlemesidir. Yani biz “Lamelif Mim” delince Evren demek istiyoruz. Birde evren deyince Hak yani Allah demiş oluyoruz. Burada da sıralama epey bozulmuş ya da asıl öz’e, amaca Alevilerin ebced, ses ve anlam formülü üzerinden kavuşuyor.
İşlerin ya da kafaların karışıklığı binbir. Bu durumda “Elif, Lam, Mim” İslamız diyenler tarafından ilahi anlamından çıkarılıp, amacı dışına taşınıyor. “Hak, Muhammed, Ali” demek başka bir şey, Elif, Lam Mim” demek başka bir şey. Bir taraf toplumuna büyü yapıyor ancak hangi taraf bunu iddia edenlere bırakıyorum. Biri İslam’ın özü diğerleri tali Yol.

Bâtıni sınıflamada yüzyıllar öncesinde bu başka tanımlanmış. Anladığım kadarıyla Alevi toplumu ezberci bir toplumsal ilişki ve bilgi kümülatifine dönüşünce ne yazık ki şirazede şaşıyor. Aleviler tam olarak ne zaman Müslüman oldu pek belli değil lakin biz bilmesek de birşeyler olmuş, bunu seziyorum. Takiyenin kronolojisini, takvimsel tarihini veremeyeceğim.

Tekraren daha anlaşılır gibi görülen formülü tekrarlamak istiyorum; “Allah’ın varlığına ve birliğine inanmak, Hz. Muhammed’in şahsında cümle peygamberlere inanmak ve Hz. Ali ile Ehlibeyte inanıp yollarını sürmek, onlara tabii olmak Hak Muhammed Ali kavramı ile özlü bir şekilde dile getiriliyor.

Aleviler için bu kavramlar binbir dona, simge diline giriyor ve seçme hakkınız var anladığım kadarıyla; “Hak, Muhammed, Ali”, “Allah, Muhammet, Ali”, “Allah, Muhammed, Ali” “Ya Allah, ya Muhammed ya Ali”, “Allah, Muhammed ya Ali” “Hak, Âlem, Âdem” “Hak, Evren, İnsan” diye değişe değişe devam ediyor. Her harf bir sayısal, ebced değeri olduğunu hatırlatmak isterim. Herkes kafasına göre bir terminoji dışı söz dizimi, ebced ve sayı toplamı kullanıp duruyor. Ebcede göre 100 derken sayınız 99, 1000 derken sayınız 700’de kalırsa ya da 1005’e çıkarsa başka bir şey demiş oluyorsunuz.

Bunlardan hangisi asıl ve yukarıdaki daha eskilerle dile getirilenlerle benzerliği nedir bunu zamanla öğrenmek umuyorum ki mümkün olabilecek. Tabi bu tartışmanın bir yanı da, Aleviler bu işin Fazlullah Hurufi’nin Cavidanname boyutunu, Seyit Nesimi, Virani, Yemini ebced hesabını biliyor mu, bunu da tartışmak yerinde olur. Şahsım adına bilmediğimi ilan edebilirim.

Bu çatışmanın, yarışın, ebcedin iddialı bir açıklamasını Hünkâr Vakfı adına Veliyettin Ulusoy yaptı. Ulusoy’da da bu çelişki olduğu gibi devam ediyor; “İkrarımız Hak Muhammed Ali Yolu’nadır.

Her bir “Aleviyim”, “ öz İslam”ım, “çok İslam”ım, “velev ki İslam”ım diyenin aklında başka bir anlam, anlatım, dilinden başka bir ebced hesabı çıkıyor. Biliyorum her durumda iki kere iki dört etmiyor. Ama bu Hak kelamı, Allah’ın sesi öyle oynamak olur mu? Ya başımıza bir haller gelirse. Kimi yuvarlıyor, kimi sallıyor ve bu kavramın etrafında koca bir Alevilik çekişmesi sürüyor.

Hak, Muhammed, Ali üçü bir nûrdur
Söyleyen Muhammed, dinleyen Ali
Birisini Hak bil üçü de birdir
Söyleyen Muhammed, dinleyen Ali
Pir Sultan Abdal

Hak Muhammed Ali üçü de nurdur
Birini alma sen, üçü de birdir
Onların koyduğu bir doğru yoldur
Danışır Muhammed böyle der Ali
Hatayi

Ay Ali’dir gün Muhammed
Pir Sultan’ım bu bir sırdır
Sırrını saklayan erdir
Ay da nurdur, gün de nurdur
Allah bir Muhammed Ali
Pir Sultan Abdal

“Allah, Muhammed, Ali” diye yola çıkıp bu kavrama sarılan, ipini kendine kement edenlerin ne demek istediğini, neyi amaçladığını bilirsek, sanırım kendimize açık bir yol ve açık toplum yapılanması gerçekleştirebileceğiz. Fatiha nasıl İslam’ın özeti, öz’ü oluyorsa “Allah, Muhammet, Ali” de Aleviliğin özü, Tanrı parçacığı oluyor. Hak demiyorum bildiğiniz gibi o Arapça’dan Aramic’ye, İbranice’ye doğru bir etimoloji verir.
Herşey sırdır, öyle değil böyledir denile, durula, yorumlana, savrula gelinen yer sözün cahilliğinden öte bir şey olmuyor.

Gerçeği bilene Aşk olsun.

ALEVİLİK KENDİNE ÖZGÜ BİR İNANÇTIR DEMEK DOĞRU MU? YOKSA BİZ KENDİMİZİ Mİ ALDATIYORUZ –Esat Korkmaz

ALEVİLİK KENDİNE ÖZGÜ BİR İNANÇTIR
DEMEK DOĞRU MU?
YOKSA BİZ KENDİMİZİ Mİ ALDATIYORUZ
Esat Korkmaz

Alevilik kendine özgü bir inançtır, tanım-sözü; çatı örgütlerimizin bize sunduğu bir armağandır. Alevilik, belirtildiği gibi kendine özgü bir inanç ise eğer, Alevi örgütlenmesi de kendine özgü bir inanç örgütlenmesi olur; ötesinde bu tanımı içselleştiren her Alevi, kendine özgü bu inancın taşıyıcısı olarak yaşama müdahale eder. Yaşama müdahale eden bireylerdeki bu inanç, örgütlerimiz aracılığıyla çoğaltılır ve yapılandırılırsa inançların toplamı anlamında din elde edilmiş olur. O zaman, Alevilik bir dindir demek yanlış olmaz.

Bu yanlışı seslendirdiğimiz anda inancı, vahdet-i mevcutçu tasavvuf felsefesinin dışına taşımış ve onu, sonuç durumundan neden durumuna yolculuğa çıkarmış oluruz: Bize de -Hoş geldin metafizik demek düşer.
Bunu da nereden çıkarıyorsun demeyin: Örgütlenmemizin başlarında zemini doğru yakalamıştık diyebilirim; kan bilincinden toplumsal bilince, kan örgütlenmesinden toplumsal örgütlenmeye yönelmiş, ciddi kazanımlar getiren toplum örgütlenmesini gerçekleştirmiştik; bilgiyi kandan özgürleştirme yoluna girmiştik.

Sonraları ne oldu?
Yol-erkân örgütlenmesinden yavaş yavaş uzaklaştık; Alevilik kendine özgü bir inançtır tanım-sözünün izinde, inanç örgütlenmesini tercih ettik; yabancılaşmanın çekiciliğinde, kan bilgi ilişkisini pekiştirdik, Aleviliği, kan kutsallığını taşıyan seçilmişlere emanet ettik. Unutmayalım; Alevilikte kast sistemi var: İnancı-bilinci kan yoluyla taşıyan seçilmişler, yani ocakzadeler ve hiçbir zaman, inanca-bilince ulaşamayacak olan talipler. Bize düşen, bu yapıyı beslemek değil tam tersine sönümlendirmektir.

Yanlış örgütlenme doğru yaşanmazdı; öyle de oldu. Önce inanç, toplumsal örgütlenmenin bağrında komisyonlar biçiminde örgütlendi; yapılan bu yanlış büyüdü büyüdü, Aleviliği alnından vurdu; örgütlü yapı, Alevi ruhbanlığına teslim edildi.

Yapılan bu yanlışların doğrusunda buluşabilmek için, bilimsel kaygıyı öne alarak kısa bir değerlendirme yapalım: Yol, felsefe-öğreti-inanç ve erkândır; demek ki bir dörtleme söz konusudur. Dörtlemenin ilk üç ayağı, yani felsefe-öğreti-inanç düşünsel deneyim yapabilmek için gerekli kuramsal olanaktır; dörtlemenin son ayağı ise uygulamadır. Alevilik, bilme kültürü değil, değiştirme kültürü olduğu için, sonuç belirleyicidir, uygulamaya, yani erkâna bakılır; erkân varsa nedenine, yani felsefesine-öğretisine-inancına gidilir.

Yorumun mantığına taşınırsak Alevilikte, yalnızca seçilmişleri (ruhbanları) kucaklayan bir inanç örgütlenmesinin olamayacağını algılamış oluruz; ruhbanlıktan, yani kandan özgür, ayrım yapmadan Yol insanını kucaklayan Yol-Erkân örgütlenmesine gidilmesi bana göre tek seçenektir. Kanın başlangıçtaki işlevi, bilgiyle ilgili değildi; o soy saflığını koruma amaçlı ve bir okul olarak yapınan ocak örgütlenmesinde zemin işlevi görüyordu.

Öyleyse Alevilik, yasaklı kültürlere özgü bir Yol’dur; bir felsefe, öğreti, inanç ve erkândır; bu felsefeyi, öğretiyi, inancı ve erkânı kucaklayan bir bilgelik öğretisidir.

Hatırlatma yarar görüyorum: Alevilik, bir inanç bilgeliği değildir: Alevilik, kanıtlama temelli, teorik ve pratik bir felsefi bilgelik, bir öğreti bilgeliğidir. Kanıtlarını ritüellerle yaşama taşıyarak, akılla-sezgiyle yıkanmış bir dünya serer önümüze.

İnanç mı? İnanç, felsefi bilgeliğin-öğreti bilgeliğinin sonuçlarına yönelik, yani doğanın ve insan aklının sonuçlarına yönelik bir onay bilgeliğidir. İnanç açısından bakıldığında, ritüeller, felsefi bilgeliğin-öğreti bilgeliğinin sonuçlarını kutsama amaçlı, onay bilgeliğinin uygulamalarıdır.

İnanç araştırması yaygın olarak teoloji araştırması ile sınırlı düşünülse de teoloji, inanç araştırmasının boyutlarından sadece biri olarak düşünülmelidir. Öyleyse teolojinin konusu olarak algılanan inanç kavramının dışında, bir de gerçek inanç kavramı vardır.

Gerçek inanç kavramı, bizi gerçek bilgiye götüren inançtır. Yani teolojinin konusu olan inanç bizi, gerçeğe taşımaz; çünkü o, gerçekliğin bilgisinin yoksunluğunda filiz verir.

Anlaşılacağı gibi, teolojinin konusu olan inanç, nesnesi olmayan, kendini nesnenin yasalarına bağlamayan bir inançtır. Teolojinin konusu olan inancın dışında kalan inancın içeriği ve nesnesi insansal-doğasal olduğu için, teolojinin sırrı insansal-doğasal olandır. (1)

Günümüzde yaşanmakta olan Alevilik, ağırlıklı olarak, bizi hakikate taşıyan teolojinin dışındaki inancı tümüyle silmiş, insani olmayan, insan aklına yer vermeyen, nesnesiz bir inanca kapılanmıştır: İnsandan ve doğadan uzaklaşmış, tek-tanrıcı dinlerin inanç havuzuna akmıştır. (2)
Alevilikte inanç, düşünülerek, yani emek verilerek üretilen bir olgudur: Yani bir icat değil, bir keşiftir. Düşünmeyenin inancı yoktur; düşünmeden inanca sahip olduğunu söyleyen bir Alevi, şeriatçı inançtan aldığı ödünçleri bize-bizlere pazarlamaya çalışan bir zavallıdır.

Yinelemekte yarar var. Kutsalın diyalektiği tekrara ya da kapalı bir döngüye dayanır. Kutsalın her tekrarlanmasında her Alevi, kendini tarih dışına atar ve felsefeye-öğretiye kapı kapatır.

Bu tekrar kırıldığında, düşünme eyleme geçer: Tanrı içimizdedir ve inanç, içimizdeki Tanrı’nın dünya görüşüdür. İçimizde ise eğer; bu Tanrı’nın dünya görüşü, bedeninden derlenir. Onun bedeni bizim bedenimizdir. Bedenimizin ötesinde parçası olduğumuz doğadır; beden-doğa deneyimlenecek, orada yazılı olan bilgiler söze-yazıya dökülecektir. Bu nedenle Alevilikte inanç, düşünmek için çırpınan bir inançtır.

Alevi felsefesi, öz bakımından tekçi-materyalizmi temel alır; madde, var olan tek tözdür. Yani beden, can ve ruh ayrı değil bir bütündür. Tekçi-materyalizmin bu açılımı, metafiziğin selametine indirilmiş bir darbe oldu. Bu gerçeklikle kendini güncelleyemeyen Aleviler, günümüzde bir karşı-darbe hazırlığındalar bunu da bilelim.

Bunun bir açılımını verelim: Canı ve bedeni doğa yaratır; daha doğrusu beden, canın eylemli halidir ya da bu eylemin sonucudur. Demek ki her nefes aldığımızda can, kendini yakarak bedeni üretir, kendi evini yapar.
Ruha gelince ruh, insanlığın kültürel bir kazanımıdır; demek ki ruhu yaratan insandır, insan türünün kolektif bilinçaltıdır demek daha doğrudur belki de. Vahdet-i mevcutçu felsefede, deneyimin kendisi bilinçtir; yaşam, yaşam deneyimlerinin toplamıdır. Deneyim yoksa yaşam da yoktur. Deneyim, bir nesnel iletişimdir-ilişkidir: Öyleyse bilinç, dışarıda gerçekleşmektedir. Beyin dışarıda gerçekleşen bilinci kotlamakla, kaydını uygun yere düşmekle yükümlüdür; oluşan bilinç, sıkça kullanılacaksa kaydını zihne, yani belleğe düşer. Sıkça kullanılmayacaksa, zihin dışına, bellek dışına yani bilinç dışına kaydeder. İşte zihin dışına, bellek dışına yani bilinç dışına kaydedilen bilinç birikimi ruhu oluşturur. (3)

İnsan, iki can bir bedenden oluşur: Beden, biyolojik can (yaşam enerjisi) ve kültürel can (ruh). Tekçi-materyalizm gereği, teklikte üçlük-üçlükte teklik bir yasadır ve aynı öze sahiptir. Bu açılım, her Alevinin düşünce yapısının temelini oluşturur.

İnsan, canını dışarıya taşıyamaz ama ruhunu taşıyabilir; çünkü can taşınınca ölüm gerçekleşir, ruh taşınınca böyle bir şey olmaz. İşte felsefi yabancılaşma, ruhun dışarıya taşınmasıyla başlamıştır: İnsan, ruhunu dışarıya taşımış ancak ondaki yaratıcılığı görünce, bu benim içimden çıkmış olamaz demiş, olsa olsa varlık dışından gelen kutsal bir esindir yargısına taşımış kendini. Böylece dışarıya taşınan ruh, bize hükmeden bir Tanrı olarak yapılanmaya başlamış. Konuşan Tanrı olan insan, yapılanan bu Tanrı’nın kulu olup çıkmış. Bu nedenle Aleviler böylesi bir Tanrı’ya ateistir. Alevilerin tanrısı yaratıcı değil, üretkendir; tüm şeylerin içinde bulunduğu yaşamın kendisidir. (4)

(1) Felsefelogos; İnanç, Yıl: 16; Sayı: 45; 2012/ 2; s, 49; Eagleton, Terry; Tatlı Şiddet/ Trajik Kavranı-Çeviren: Kutlu Tunca-; İstanbul- 2012; s, 158; Feuerbach, Ludwıg; Hıristiyanlığın Özü-Çev.: Oğuz Özügül-; Say Yayınları, İstanbul- 2008; s, 341-344

(2) Korkmaz, Esat; Bütün Yönleriyle Alevilik, Demos Yayınları, İstanbul- 2015, s, 153-171arası.

(3) Korkmaz, Esat; Alevilikte Devriye Tasamı ve Zamanda Yolculuk, Demos Yayınları, İstanbul- 2019, 85-94 arası ve 103-105 arası; Manzotti, Riccardo- Parks, Tim; Zihnin Ucu Bucağı/ Bilinç ve Dünya Bir midir? -Çev.: Metis, İstanbul- 2018, s, 14-15/ 18-23 arası/ 48-55 arası/ 82-85 arası/ 88-89/ 162”; Derleyen: Sarıcan, Batuhan; Bilincin İzine Rastlandı mı? / Cumhuriyet, Bilim ve Teknoloji, 16 Şubat 2019, s, 14

(4) Korkmaz, Esat; Hiçlik ve Kuantum, Anahtar Kitaplar Yayınevi, İstanbul- 2017, s. 241-242; Fransez, Moris; Spinoza’nın Tao’su/Akıllı İnançtan İnançlı Akla; Yol Yayıncılık Tic. Ltd. Şti.; İstanbul- 2004, s, 127-135 arası; Feuerbach, Ludwig; Geleceğin Felsefesi-Çev.: Oğuz Özügül-; Say Yayınları, Üçüncü Baskı, İstanbul- 2012; s, 92 ve 105.