Monthly Archives: Ağustos 2020

LOKMAN PERENDE VE ALEVİLİĞİN TARİHSEL BELGESİ ŞECERELERDE Kİ ROLÜ–İbrahim ERGİN


Lokman Perende Aleviliğin ortak belleğinde yer eden önemli aktörlerden birisidir. Özellikle bu ismi Ahmet Yesevinin baş halifesi, Hünkar Hace Bektaş Velinin de öğretmeni olarak görüyoruz. Tarihsel olarak birbirlerini görmeleri imkansız bir tarihde yaşamalarına rağmen; Osmanlının siyasi kurnazlığı ile 1167 de hakka yürüyen Ahmet Yeseviyi mürşid yapıp 1209 yılında doğan Hünkarla buluşturmuş, Lokman Perendeyi hocası yapmıştır. Bu kurnazlık 600 yıl boyunca sürmüş ve aleviler bu yalana inanmışlardır. Gerçekte öyle olmuş olsa idi Ahmet Yesvevi Hünkâr’ın piriyse, neden Alevi-Bektaşi cem törenlerinde Ahmet Yesevi’yi temsil eden bir post veya hizmet yoktur? Aynı şekilde Lokman Perende şahsında da bu sogulamayı yapmak lazım. Bu aktörlerin Aleviliğin öğretisinde erkanlarında gülbanklarında olmaması en önemlisi anadoluda veya horasan bölgesinde bu şahısların ocakları dahi yok. Olmadığına göre Aleviliğin öz dinamiklerinde karşılığı da yoktur.

Lokman Perende velayetnameye göre sünni şeriatı tam anlamıyla uygulayan öğreten hocalar yetiştiren önemli aktör olarak verilmiştir. Lokman Perendenin önemli bir alevi ocağının kurucusu ve Piri- Piran yani pirlerin piri olarak anıldığını, Ebu Vefanın dip torunu olduğunu ve secerelere de geçtiğini biliyormuyuz.?

Burada ki çelişkileri ve tarihsel olarak sıralayalım;
-Ebu Vefa 11 yy da yaşamış 1107 yıllarında hakka yürümüş bir insan evlenmiş ama çocuğu hiç olmamış kısır birisidir. Irak dolaylarında yaşamış, dailik yapmış, öğrenci yetiştirmiş, yetiştirdiği öğrencilerine tören düzenleyerek kemer best bağlamış mezun etmiş yaşadığı coğrafyalara bu öğrenciler göndermiş ocaklarını açmış. Yol bir sürek bin bir misali aldıkları eğitimi gittiği bölgenin yapısına göre uygulamışlardır. Ebu Vefanın bel evladı değil yol evlatları vefaiye nin çizgisini sürdürmüştür.
Ebu Vefa Irak dolaylarında Lokman Perende Türkistan bölgesinde; çocuğu olmayan birinin nasıl dip torunu oluyor.?

Ebu Vefa kadınlı erkekli toplantılar düzenleyen, sultanların ve yobazların hücumuna uğrayan biri iken; Lokman Perende şeriatı hayatına uygulayan bu doğrultuda öğrenci ve hoca yetiştiren Nakşibendi tarikatının kurucusu Ahmet Yesevinin halifesi nasıl oluyor da Ebu Vefa ile akrabalık ilişkisi ve inançsal bir yakınlık kuruluyor.

Alevi kızılbaş ocakların secerelerinde yer alabiliyor. Soruyorum Lokman Perende yi temsil eden bir post var mı? Gülbanklarda geçiyor mu? Anadolu da Lokman perendeye ait ocak ve talipleri, dedeleri varmıdır.?

Şecereler de ilk girişte geçen Ahzap 33 ile başlayıp Maide 55 ile devam eden ‘’Sizin asıl dostunuz allahtır onun resulüdür ve namazlarını kılan zekatlarını veren rükü eden müminlerdir. Bu ayeti yerine getiren dede pirlerimiz mevcut mudur. Veya onaylıyorlar mıdır?

Sonuç olarak Şecerelerde ki tarihsel kişilikleri incelediğimizde tutarsız olduğu kadarıyla tarihte yaşamamış isimlerin başına şeyh, şıh, seyyid, hacı ve hâce gibi ünvanlar gelişigüzel serpiştirilmiş, uydurulmuş isimlerinde şecere zincirinin kopmaması için yazıldığı bazılarında görülmektedir. Bunların tasnif ve kontrollerinin Seyyid ve şerifleri tespit etmek ve bunlara siyâdet hücceti düzenlemek, seyyid olmadıkları hâlde bu kuruma mensup olanlara tanınan bir takım haklardan yararlanabilmek için sahte belge hazırlayanları ortaya çıkarıp bunların hüccetlerini iptal etmek Nakîbü’l-Eşrâflar’ın başlıca görevleri arasındaydı. Seyyidlerin şecere tespitleri yapıldıktan sonra isimleri, siyâdet veya şerâfet silsileleri, çocukları, ahvâl, ahlâk ve ikametgâhları Nakîbü’l-Eşrâf tarafından Şecere-i Tayyibe denilen kayıt defterlerine kaydedilmekteydi. Nakîbü’l-Eşrâflar’ın tuttuğu kendi dönemine ait sâdât defterleri sayesinde de, şeceresi bulunmayan veya her hangi bir sebeple kaybedenler ya İstanbul’a ya da Nakîbü’l- Eşrâf Kaymakamları’na müracaat ederek siyâdetlerini ispat edebilmekteydiler. Bu mekanızmanın kalkmasından sonra şecerelerde ki ekleme çıkarma ,tarih atma, bu şecereye tanıklık etmek ve sahtelik gibi pratiklerde ortadan kalkmıştır.

Aleviliğin tarihsel belgesi olan şecerelerin tarihsel kökenimize sosyolojik olarak çok büyük malzemeler çıkarttığı aşikardır. Bu önemli belgeleri taşıyan kıymetli dedelerimizin günümüz Türkçesine çevrilmiş şecerelerin içeriğini bilimsel çevreler ile birlikte incelenmeli içeriğinde ki Aleviliğin kimlerin omuzlarında yürüdüğünü öğretiyi, felsefesini, erkanlarının taşındığı coğrafya taranmalıdır. İçeriğinde ki kişiler incelenmeli yaşamış mı yaşamamış mı, tarihsel olarak araştırılmalı aralarındaki akrabalık bağı kanıtlanmalıdır. Aşk ile canlar.

 

SIRRIN GÜNAHI ÖLÜM–Esat KORKMAZ

Sırrın günahını açıklayanlar Tanrı, İsa, Hallac-ı Mansur ve Nesimi’dir. Tanrı, kendine âşık olarak ilk günahı işledi: Günahı işlerken kendini ikiye ayırdı; bir yarısını dişi, diğer yarısını erkek yaptı; kendi kendisiyle sevişti, bize gebe kaldı. -Bizler günahın çocuklarıyız, derken bunu anlatmak isteriz.

Sırrı açıklamak bedel ister; Tanrı da bu bedeli öder, metafizik dondaki varlığına son verir, yani öldürür. Öldürür öldürmez kendini olanaksız hiçlikten olanaklı (doğuran) hiçliğe taşır; bundan sonraki yaşamını artık Hak olarak sürdürecektir.

İsa, -Ben Tanrı’nın oğluyum, diyerek sırrı açıklar: Açıkladığı sırrın günahının bedeli olarak da kendini kurban eder. Hallac-ı Mansur, -Enel Hak, diyerek sırrın günahını açıklar, bedeli anlamında vücudu parçalara ayrılarak katledilir. Nesimi Hallac-ı Mansur geleneğini sürdürür, sırın günahını açıklar, bedeli anlamında derisi yüzülerek öldürülür.

Hz. İsa’nın dışa vurduğu sır, Tanrı’nın oğlu olduğunu söylemesidir; Hallac-ı Mansur’un ve Seyyid Nesîmî’nin Enel-Hak formülü Hz. İsa’nın Tanrı oğlu olması savının İslam coğrafyasında, bâtınî zemine uyarlanmış seçenek anlatımından başka bir şey değildir.

Sır Gülbangı
-Aşk ile…
Ahiret gelip Dünya’nın üzerine konduğu için hem Cennet hem de Cehennem iptal oldu. Ezenlerin Öte-Dünya’ya havale ettiği sır, bu iptalle açığa çıktı ve bizi yönetenler için tehlike oluşturan sırrı günahına dönüştü. Sırrın günahını açıklamak bir Yol zorunluluğu durumuna geldiği için de sırrı açıklamama andı yürürlükten kalktı.

Artık doğru düşünmek-doğru konuşmak-doğru davranmak üçlemesine binmek; üç firarın, öte-dünyadan firar etmek yükümünü yaşama taşımak, Ahirete gönderilip sır edilen bu-dünya eşitsizliklerini haykırmak, kendilerini yargılayacak mahkemeyi zalimlere göstermek, anımsamayı sırtımızda taşımak zamanı gelmiştir.


Yol’a hizmetli olmak, bu-dünya eşitsizliklerini, acı çekenlerle taraf olarak taşımak, hesabı bu-dünyada göreceğiz haberiniz olsun, demektir. Geçmişin geleceği biziz, bizim geleceğimiz neden olmasın, diye bağırmaktır; zaman zaten bize koşuyor, önemli olan geleceği kovalamak değil mi? diye sormaktır. Boşuna söylememiş pirlerimiz, -Yaşamı anlamak için geriye dön, yaşamak için ise geleceğe bak; gelecekte yaşamak için yaşarken öl diril, diye.
Gerçeğe Hû! Eyvallah…

AYNA ANNENİN VE YOL’UN GÖZÜ–Esat KORKMAZ

Sûfi gelenekte ayna, simgesel anlamda, Tanrı’yı-Hakk’ı kusursuz biçimde yansıttığına inanılan ve küçük âlem olarak algılanan insanı-insanın gönlünü betimler; ötesinde, dişil (anne) ilkedir ve hem bebeğin-çocuğun hem de Yol insanının, kendini yapılandırma-eğitme aracıdır.

Bu nedenle bebek-çocuk annenin ayna olarak algılanan gözlerine, Yol insanı ise öğretmen olarak algılanan aynaya baktığında, yansıması dışında bir gözleyenin bulunduğunu algılar; algı oluşmuyorsa eğer, bebekte-çocukta benlik gelişmemiş, Yol insanı yaşarken ölmüş demektir, yaşayan ölüdür artık o.

Masallarda çoğunluk ayna çıkar karşımıza; masallarla ayna, çocukların dünyasına sızıverir; çocukta benlik gelişmesi, tıpkı Yol insanında olduğu gibi, aynada kendini seyretmesiyle başlar.

Büyüklere gelince ayna, örtmeye çalıştığımız şeyleri, çekinmeden açığa vuran bir nesnedir: Kendi gerçeğini görmeme konusunda ısrar edenlere o, gerçeği yüzlerine çarpar. Bu nedenle gerçekler, aynadan okunur; içsel ağrılar aynadan öğrenilir, bu durumuyla ayna bir metafor kutusudur ya da değişimi rahminde taşıyan bir su (Mani’nin aynası).

Anne gözü bebeğin, aynadaki bakış Yol insanının, ilk aynasıdır: Demek ki bebekte kurucu öge annenin bakışı, Yol insanında ilk öğretmen aynadaki bakıştır; bebek, annesinin gözlerinde yansıyan görüntüsünden, annesinin kendisini nasıl gördüğünü izler; Yol insanı ise aynadaki bakıştan bâtınî yanını gözlemeye çalışır. Bu yolla bebek-çocuk, başkalarının gözlerinde benzer izlerin peşine düşer; o gözlerde olumlu ya da olumsuz bakışı arar; arama çabası zorunluluk olmaya başladığında ise her bakış onu ya yıkar ya da kurar.

Benzer biçimde Yol insanı da aynadaki yansıması dışında kendini izleyeni izler ve izleyenin bakışında-gözlerinde, umudu ve umutsuzluğu yakalamaya çalışır; bakışın izinde kendini eğitir, eğitim ete-kemiğe bürünmeye başladığında, kendini yıkar ya da yeniden kurar.

EZİDİ SOYKIRIMI VE 73’ÜNCÜ FERMAN–Esat KORKMAZ

Türkiye’nin resmi hafızası vicdansız: Bu vicdana başkaldırıp toplumsal vicdanla buluştuğumuzda, Ezidi kültürüyle ilişkilerimiz olağanlaşacak, ortak geleceğimiz güvence altına alınacaktır.

Gönül evinden bize seslenen vicdanımızı rehber edinerek yürüyelim: Mutsuzluğu ve olanaksızlığı yabancılaşmanın batağından kurtaralım; olanaksızlığımız-mutsuzluğumuz gebe kalsın; doğan çocuğun, yani olanağın ve mutluluğun hafızasını okuyalım, bize koşan gelecekle kucaklaşalım.

Ezidiler, önsüz-sonsuz İyi’ye ve önsüz-sonsuz Kötü’ye, yani, tektanrıcı dinlerin metafizik Tanrı’sına ve Şeytan’ına karşı, doğa kadar iyi-doğa kadar kötü Melek Tavus’u tasarımlamakla diyalektik düşünmenin yolunu açtılar bize. Yaşadığımız coğrafyada, haklarında çok şey yazılan ama bir o kadar da az şey bilinen cemaatlerden biridir Ezidiler. Eldeki bilgiler çoğunluk olumsuz içerikler taşır: Şeytan’a tapan, askere gitmeyen, vergi vermeyen eşkiyalardır onlar. (1)

Üç ilke, Beş Farz, Üç Büyük Günah ile yaşama tutunan; ahret kardeşliğiyle acıları ve mutluluğu paylaşma temelli bir örgütlenmeye giden; kirvelikle kendilerini kuşatan düşmanlarıyla birlikte yaşama olanağını üreten ateşin sahibi Ezidileri ya da Kırmızı Ezid’in Kuzularını bu acılı günlerinde, selamlayalım, istedik.

Ezidilere Yönelik Kültürel Irkçılık

Ezidilere yönelik kültürel ırkçılık kapsamında sayısız soykırım yapılmıştır: Bu soykırım uygulamalarının bir kısmını Araplar, bir kısmını Türkler, bir kısmını da kendilerine de soykırım uygulanan Kürtler yapmıştır. Ne acıdır ki kimi Ezidi aşiretlerinin, ihanet eden ya da hain konumuna taşınan kimi Ezidilerin elinde de Ezidi kanı vardır. Atalarının elindeki Ezidi kanından rahatsızlık duyup özür dileyen Ahmet Türk bir ilki başlatmış görünüyor: “En son Musul’da Yezidilere karşı gerçekleşen saldırıda yüzlerce Yezidi yaşamını yitirmişti. Bu saldırı bizce Yezidilere yapılan 73. Soykırımdır. Çok üzgünüm ki dedelerimizin ve atalarımızın da elinde Yezidi kanı var. Dedelerimizin ve atalarımızın geçmişteki hatalarından dolayı yüzümüzdeki leke duruyor ve hepimiz damgalıyız. Geçmişteki hatalardan dolayı tüm Yezidilerden özür diliyoruz.” (2)

Şengal Katliamının 7. Yıldönümünde (3 Ağustos 2014) HDP Batman Milletvekili Feleknas Uca vicdanlara sesleniyor, kulak verelim lütfen: “Tüm dünyanın gözü önünde ve barbarca, Ezidilere katliam yapıldı… Katliama karşı tüm dünya kör, sağır ve dilsiz kaldı. Yapılan katliamın hesabının sorulmadığını belirten Uca, herkesin Ezidilerin sesine ses olması gerektiğini ifade etti.” (3)

Irak’ın Musul kentine Haziran 2014’te saldırarak kenti ele geçiren IŞİD, ağustos ayında da Ezidilerin yaşadığı Şengal’e saldırdı. Binlerce insan katledildi, kadınlar kaçırılarak köle pazarlarında satıldı, yüzbinlerce kişi göçe maruz bırakıldı. Ezidilerin 73’üncü Ferman olarak adlandırdıkları Ezidi Katliamı, 7. Yıldönümüne girdi.

2012’den bu yana, bir devlet dini olarak doğan ve yapılanan İslâmiyetin başlangıçtaki özgün yapısına dönme çağrısı altında toplanan, Kuran ve hadis dışında hiçbir ölçüt tanımayan, dinsel zemine taşınan geleneksel ve kültürel girdileri Tanrı’ya ortak koşma olarak algılayıp inkâr eden Selefi Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) Araba, Kürde, Türke, özellikle Ezidilere kültürel ırkçılık uyguluyor bugün. Kesiyor, yakıyor, para edecek olan Ezidi kadınlarını köle olarak satıyor. Bütün bunlar teknolojinin bir köye dönüştürdüğü dünyamızda oluyor ve hiçbir güç önüne geçemiyor: Vicdanlar isyanda. (4)

KAYNAKÇA

(1) Osmanlı ve İngiliz Arşiv Belgelerinde Yezidiler-Yayına Hazırlayan: Amed Gökçen-; İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul- 2012; (Y)Ezidilere İlişkin Kısa Bir Not; s, 7-8; Korkmaz, Esat; Ezidiler, Melek Tavus’un Talihsiz Halkı/ Kırmızı Ezid’in Kuzuları; Anahtar Kitaplar Yayınevi, İstanbul- 2015, s, 10-11

(2) Yalkut, Sabiha Banu; Melek Tavus’un Halkı Ezidiler; Metis Yayınları; Dördüncü Baskı; İstanbul- 2014; s, 15

(3) Arjin Dilek Öncel haberi; Evrensel, 3 Ağustos 2020, s, 8

(4) Korkmaz, Esat; Ezidiler, Melek Tavus’un Talihsiz Halkı/ Kırmızı Ezid’in Kuzuları; Anahtar Kitaplar Yayınevi, İstanbul- 2015, s, 20-21; Korkmaz, Esat; Alevilik-Bektaşilik Sözlüğü; Anahtar Kitaplar Yayınları, Genişletilmiş Dördüncü Baskı; İstanbul- 2005; s, 618-619

Hayvan Kurban, Kadın Kurban ve İstanbul Sözleşmesi–Esat Korkmaz

Ataerkil değerlerin egemenliğinde, bu egemenliği içselleştirmiş erkekler, Tanrı-devlet ruhsatlı ataerkil şiddetin taşıyıcılarından başka bir şey değildir: Bu durumun sonuçlarına, namus adına işlenen kadın cinayetlerinde ve kadına şiddet olaylarında tanık oluyoruz.

Başlangıçta kadın egemenliği vardı ve bu egemenlik tanrıların cinsiyet statüsünü de belirliyordu; bu nedenle bütün tanrılar dişi ve otçuldu; doğal olarak barışçıldı. Zaman geçti kadın ve erkek arasında bir denge kuruldu; tanrılar ne kadın ne de erkek oldu; otçul ve etçil bir yaşam sürmeye başladı; yeri geldi hoşgörülü oldular yeri geldi cezalandırdılar. Sonraları erkek egemenlik kurdu; ataerkil algı yaşamın her alanına sızınca, bütün tanrılar erkekleşti ve etçil beslenmeye başladı. Yani etçil beslenen ataerkil tanrılar göklerin kutsal yiğidi, etle beslenen ataerkil erkekler de toplumun yiğit evladı olup çıktı. Çıkar çıkmaz et erkek oldu, ot kadın ya da ataerkil erkeğin nesnesi et, mazlum kadının nesnesi ot. Erkek devlet, ataerkil erkek ve erkek tanrı, kadına-dişiye yönelik suçun, suç ortakları olup çıktı.

Demek ki kadın ataerkilliğin kurbanıdır, Kurban Bayramı günlerinde, kutsalıyla kucaklaşmak için kanlı kurban sunanların inanç ağırlığının perdelediği bir başka kanlı kurban şiddeti var: Bu şiddet, kadın özgürlüğüne, ataerkilliğin kesti bir cezadır. Ceza koşullarında, ataerkil tanrı, ataerkil devlet ve ataerkil erkek, hayvana ya da ota davrandığı gibi kadına davranıyor; biri kutsalı için hayvan kurban ediyor, biri cezalandırmak için kadın.

Anlayalım artık, kurban kadın, kurban olarak seçildiği anda, ruhu bedeninden uzaklaşır; ruhu olmayan delik (dişi) bir nesne, şiddet uygulamaya yatkın bir hammadde durumuna dönüşür. (*) Kurban edilen hayvanın da şiddet uygulanan kadın kurbanın da gözleri dildir; bu dil kaygı dilidir, bu dil korku dilidir. Bu nedenle olsa gerek, bir kafese kapatılmış hayvanla, şiddet uygulanmış kadınla ya da hücreye kapatılmış işkence görmüş bir insanla göz göze gelemeyiz; (**) çünkü sen yakına bakarsın, onlar uzaklara; sen ona bakarsın, o başka yere. Hayvanlar evcilleştirildikten sonra insanlara, kadınlar ataerkil erkeğin nesnesine dönüştürüldükten sonra erkeklere, kötü kötü bakmayı öğrendiler. (***)

Bu kapsamda öncelikle yapılması gereken, gerici siyasi iradenin daha önce imzaladığı, ama şimdi çıkmak istediği İstanbul Sözleşmesini gündemde tutmak, çıkışa dur demektir: Çünkü İstanbul Sözleşmesi, başta cinsiyeti nedeniyle kadınlara uygulanan şiddet olmak üzere, şiddete uğrayan her bireyi korumayı ve şiddeti önlemeyi temel alan uluslararası bir sözleşmedir. Sözleşmeden çekilmek, sözleşmenin belirlediği ve Türkiye’nin de taraf olduğu tüm insan hakları belgelerini de tartışmalı duruma getirmek anlamını taşıyacak ve hak ihlalleri hızla tırmanacaktır. Demek ki İstanbul Sözleşmesini savunmak, sadece cinsiyet eşitliği talep edenlerin değil, inanç, etnik köken, dil, felsefi görüş vb. nedenlerle ayrımcılığa maruz kalmış toplumsal kesimlerin, acısına omuz vermektir.

(*) “Kadınlar tecavüze uğradıktan sonra bir et parçası gibi hissettiklerini söylediklerinde, birinin iradesi dışında içine girilmesi ile yenmesi arasında bir bağlantı olduğunu mu söylüyorlar? Bir kadın şöyle bildirir: ‘Bana kendimi bir et parçası gibi hissettirdi, bir delik gibi…” (Adams, Carol J.; Etin Cinsel Politikası/ Feminist-Vejetaryen Eleştirel Kuram-Çev.: Güray Tezcan ve Mehmet Emin Boyacıoğlu-; Ayrıntı Yayınları, Beşinci Baskı, İstanbul- 2020, s, 121)

(**) Hiç unutamadığım bir anımı paylaşmak isterim: İşkence görmüş ve Selimiye Kışlasında bir hücreye kapatılmıştım. General rütbesinde bir subay hücremin kapısına geldi ve nöbetçiye -Gözlerini gözlerinden ayırmayacaksın, dedi. Asker, -Gözlerine bakamıyorum komutanım, diye karşılık verince komutan durakladı ve -Ben ne diyorsam onu yap, dedi. Asker korkudan titremeye başladı ama komutan hiçbir şey olmamış gibi hücre kapısından uzaklaştı. (Esat Korkmaz/ Anı)

(**) “Hayvanın neliğine ilişkin Türkçede hatırı sayılır bir felsefe kitaplığı oluşturulmuş durumda. Derek Ryan ‘Hayvan Kuramı’nda hayvanlar için ‘Ormanın Çocukları’ diyor. John Berger mükemmel denemesi ‘Hayvanlara Niçin Bakarız?’da, bu ‘orman çocukları’nın, 19.yüzyılda icat edilen hayvanat bahçelerinde nasıl yokoluşa sürüklendiğini analiz eder… Artin Buber, başyapıtı ‘Ben ve Sen’in (1923) bir yerinde, ‘Bir hayvanın gözleri’ der, ‘büyük bir dil yeteneğine sahiptir…bakışıyla… içindeki sırları en etkili biçimde ifade eder.’… Bu dil, ‘kaygı dili’dir… risk âlemleri arasında hareket etmesinden kaynaklanan bir kaygı dili… Hayvanat bahçesindeki hayvan, yokoluşun canlı anıtıdır. ‘Hayvanat bahçesinde bir hayvanla göz göze gelemeyiz’ der Berger, ‘hayvanlar başka yana bakarlar. Görmeden uzaklara bakarlar.’ Ormanın çocuğu bugün, ‘ev hayvanı’na dönüşmüştür… Berger’in çok önemli bir tespiti daha vardır: ‘Hayvanların önemsizleştirilmesini günümüzde, … köylülerin de önemsizleştirilmesi izlemektedir…’” (Kayıran, Yücel; Felsefede Hayvan Kuramı, Hürriyet Kitapsanat, 26 Temmuz 2019, s, 9)

KURBAN OLMAK–Hasan Harmancı

Bir toplumsal sorumluluk içinde olmak yaşamın kusursuz olmasa da daha yaşanır olmasına hizmet eder. İnsanın toplumsallığının altında birazda bu yatar. Kusursuzluğu engelleyen nelerdir diye sorarsak bu ise bizi bir bilinçaltı işleyişine götürür. İnsanın doğaya egemen olma yolculuğuna ya da doğadaki herşeyi yeniden dizayn etmeye ve kendisine yontmaya çalıştığı o ilk döneme.
Bir patlamadan uyanmış gibi gelişen özgüveni insana adım adım herşeyi kendisine göre yeniden yaratmasına ve ona göre düşünmesine yol açtı. Bu öyle bir insan oluşmasına neden oldu ki, şimdi hala peşinde olduğu kusursuzlaştırma zihniyetinin altında yatan bir hafıza gibi süreklilik haline dönüştü.

İnsan için kendini tatmin etme, doyurma, besleme ve sahip olma hissinin sınırsızlığı iki yönlü bir yaşam savaşına neden oldu. Bunlardan ilki herşeyi yönetme diğeri de egonun tatmin edilmesidir. Bu öyle bir hal aldı ki yaşam dediğimiz bu ikisinin ya birlikte ya da ayrı ayrı kabulleri ve yarattığı rol modelliği haline geldi.

İnsan başka nedir ki?

Toplumsal olsun bireysel olsun insanın ilk halini saran korkusu, kaygısı, doğaya karşı güvensizliği ve yaşama mücadelesi insanda bir değerler sistemine yol açtı ve bu değerler sistemi sorgulanamayacak ölçüde tüm bilincimizi değişmeyecek ölçüde sarmış durumda. Öyle ki pek az insan bundan kendini kurtarabilir, insanın insanlaşmak için oluşturduğu soyutlamanın tahakkümünden koruyabilir.

Bize ailede, toplumu kurumsallaştıran her alanda, başta eğitim dediğimiz fabrikada bu bir dumansız insan yetiştirme aygıtıdır. Yeni insanın ulaştığı uygarlık dediğimiz süreçte bunun ödülüdür. Bu farklı düşünenin törpülendiği daha doğrusu düşünmenin durdurulduğu, rol seçmenin genişletildiği bir ego yaratım sürecidir. Her bir rol ise bize kurgusal bir benlik/ego duygusu ve fırsatı aşılıyor. Değer kazandığını sandırınız bu süreç insanın anacını sabitleştirdiği bir yozlaşma sabitler. En güçlü olduğumuz ve özgüvenle hareket ettiğimiz an teslim olmuş bir özbenlikle insan olmanın savaşını sonlandırmış oluruz. Matematik, fizik, kimya gibi alan bile büyük çoğunluğu hayata sabitlemek için öğrendiklerimiz ve tekrarladıklarımız oluverir süreçte. Onların kusursuz ilahi dünyası insanı yanılgılar karşısında karlı bir koruma sağlar. Ancak bedel ödemek şartıyla deliler ya da dahiler bu yaptırımdan kurtulabiliyor.

Toplumun başarı aygıtlarının en yüksek düzeyde üzerimizde egemen olmasıyla varlığımızdan tümüyle kopma noktasına geliriz. Tamamlanmış insan yeni haliyle kendisi olmaktan ve doğallıktan tümüyle kurtulmuş olur. Böylelikle toplumsal irade mükemmel bir işleyişle kendisini koruma ve sahiplenme altına aldırmayı başarmış olur.

Kusursuzluk artık başlayabilir. İnsan içindeki küskünlükleri, toplum dışında kalmışlıkları bir aidiyetle taçlandırma süreci başlatabilir. Toplumun tekrarlanmasını istediği şeylere ne ölçüde uyarsak o ölçüde egomuzun bizi parlattığı ve toplumun da bizi kabul ettiği alanda ve anlamda kendimizi var ederiz.
Toplum temelde kendisi olmaya çabalayan insanı, bireyi öğütme, durdurma ve bütünün egosunu kabullenmeye çekmek için içsel olarak kullanılan ortak imge, ses, değerler ve geçmişler bütünün yansımasıdır şimdinin haline dikkat çekmek istersek.

Toplumsal davranmak insanın ruhsal ya da bedensel yapısında bulunan temel arzularımızın yansıması olan birşey değil, kabuller silsilesidir. Bu nedenle büyük yalanlarımızdan birisi de “insan toplumsal bir hayvan” olduğudur. Gerçekçi sistemlerde toplum bireyin gelişmesine, farklılığına hizmet etmek ister. Bireyi kontrol etmek, ortak duyguda ve tavırda tutmak isteyen yapılar ise bir sistem taklidi altında bireyi varlığından çıkarma ve toplumun kabulleri ölçüsünde yenilemek, belirlemek ister. Toplumsal hayatla bütünleşmek için bireyin mücadelesi bazı durumlarda değer olarak yansırken bazı toplumlarda, toplumun tüm koruyucu ve hastalık düzeyindeki egolarına, yalan ve talanına inandırmak, sahiplendirmek, itaat etmek, ettirmek, onu ortak yaşama ait sayılan, saydırılan bir rol modele taşımaktır. İnsan bu ikinci durumda sorgusuz bir huzura kavuşur görünür ancak ruhsal bir hastalığa yakalanmıştır. Toplum bunu başarmış ve bununla böylesi bayram günlerinde övünür.

Ortak hareket alanlarında değerler bütünü oluştuğunda egomuz güçlenir, özgürlüğümüzü ise kaybederiz. Gerçekte bireysel hayatımızda karşısında bulunduğumuz şeyleri nasıl kabul ettiğimizi, uyumlandığımızı şaşarak en güçlü biçimde değerlere atıfta bulunduğumuzda anlarız.

Toplumu yaşamada normal ancak insan içselliğinde, varlık alanında özgürlüğün kaybını yaşarız. Toplumun çelişkiler yumağını sahipleniriz. Normalden farklı olmayan bir anda birden bire değerlerin sahiplenilmesini önemser, büyüklenme dürbünü takarız. O anın kabulü büyüklenmemize, kusursuzluğumuza egosal anlamda güç katar. Bir kolektif iradenin önkabulleri irade olarak çarpıklığına karşın bir değerler sistemi gibi görünür.

Sorgulamayız ve toplumun paranoyasına dahil oluruz. Kurban bu paranoyanın en üst aşamalarından biri olarak binlerce yıldır bizi esir almış durumdadır.

İbrahim’in hastalıklı paranoyası olarak bakmayınız sadece, bu bir bütün olarak insanın ilkel zamanlarından başlayarak günümüze taşınmış ve törpülene gelen bir bedel ödeyerek insanın doğa karşısındaki savaşından kurtulma sorunudur.

Kimi durumda suçla, günahla, vicdanla ilişkilidir kimi durumda ise egonun tatmini, herşeyi ele geçirme ve yönetme ile ilişkilidir bu kurtulmamıza neden olan süreç.
Hayvan evcilleştirmenin son sürecinden tarım toplumuna geçişinde yükselmiş olan kurban gelenekleriyle ilişkilendirdiğimiz bu ritüeller dizisi aslında daha keskin bir irade kaybının ve ölümcül sorumluluğun başka araçlara, canlılara yüklenilmesidir.

İnsan kendi kefaretlerinden kurtulmak için önce doğadaki her canlıyı insan dahil yok etmeyi seçiyordu. Kendini güçlü bulduğu yerde doğanın değişimi için güç kullanıyor ve mücadele etmeyi, güvende olmayı seçiyordu. Çünkü onun Tanrısı ona bunu emrediyordu. Varlık alanında kendisi için yem olarak kullandığı kuklaları, esaret altına aldığı hayvan, bitki ya da insanlar; bir bütün olarak canlılar vardı.
İşte onu Tanrı’ya sunarak egosunu, en altta ise hastalıklarını iyileştirecek bedeller bulmakla kendini dinsel olarak tahmin etmeye çalıştı.

Bu kurbanları onun için o kadar değerliydi ki, hala insanın kurbanlığı devam ediyor olsaydı, sanırım insanların yarısına yakını hayvanların toplu öldürülerek kurbanlık durumları gibi doğal sayılırdı. Köleliğin değişmesi günümüz insanının başkalarına hizmetinin, kefaretinin daha fazla sahip olma isteğinin bedeli, “kurban”ı durumunda olacaktık.

İnsanın siyasal ve sosyal mücadelesi önemli bir aşamaya gelmekle birlikte, vahşileri tükettiğimizden, evcil hayvanlar bu “kurban” olma vechesinden kurtulamadı.

Ve tüm bir coğrafya olarak bu kurban ritüelinin bizi kapsamamasını mı yoksa hergün yediğimiz hayvanları kapsamasına dürtüsel bir olumlu tepki mi gösteriyoruz belli değil.

Kimlik-kişilik, kimlik-kültür ilişkisinin bize sunduğu kabulleri normal zamanlarda kabul etmezken şimdi nasıl bir kolektif köleci egodur ki, haykıra haykıra bayram ile hayvan katlini aynı tezgahta iki duygu olarak yaşama muştulanmış bir azade farkındalık olarak sunuyoruz.

Sanırım insan için herşey mümkün. Sorun sadece hayvan yemekle ilişkili olmasa gerek.