Hayvan Kurban, Kadın Kurban ve İstanbul Sözleşmesi–Esat Korkmaz

Ataerkil değerlerin egemenliğinde, bu egemenliği içselleştirmiş erkekler, Tanrı-devlet ruhsatlı ataerkil şiddetin taşıyıcılarından başka bir şey değildir: Bu durumun sonuçlarına, namus adına işlenen kadın cinayetlerinde ve kadına şiddet olaylarında tanık oluyoruz.

Başlangıçta kadın egemenliği vardı ve bu egemenlik tanrıların cinsiyet statüsünü de belirliyordu; bu nedenle bütün tanrılar dişi ve otçuldu; doğal olarak barışçıldı. Zaman geçti kadın ve erkek arasında bir denge kuruldu; tanrılar ne kadın ne de erkek oldu; otçul ve etçil bir yaşam sürmeye başladı; yeri geldi hoşgörülü oldular yeri geldi cezalandırdılar. Sonraları erkek egemenlik kurdu; ataerkil algı yaşamın her alanına sızınca, bütün tanrılar erkekleşti ve etçil beslenmeye başladı. Yani etçil beslenen ataerkil tanrılar göklerin kutsal yiğidi, etle beslenen ataerkil erkekler de toplumun yiğit evladı olup çıktı. Çıkar çıkmaz et erkek oldu, ot kadın ya da ataerkil erkeğin nesnesi et, mazlum kadının nesnesi ot. Erkek devlet, ataerkil erkek ve erkek tanrı, kadına-dişiye yönelik suçun, suç ortakları olup çıktı.

Demek ki kadın ataerkilliğin kurbanıdır, Kurban Bayramı günlerinde, kutsalıyla kucaklaşmak için kanlı kurban sunanların inanç ağırlığının perdelediği bir başka kanlı kurban şiddeti var: Bu şiddet, kadın özgürlüğüne, ataerkilliğin kesti bir cezadır. Ceza koşullarında, ataerkil tanrı, ataerkil devlet ve ataerkil erkek, hayvana ya da ota davrandığı gibi kadına davranıyor; biri kutsalı için hayvan kurban ediyor, biri cezalandırmak için kadın.

Anlayalım artık, kurban kadın, kurban olarak seçildiği anda, ruhu bedeninden uzaklaşır; ruhu olmayan delik (dişi) bir nesne, şiddet uygulamaya yatkın bir hammadde durumuna dönüşür. (*) Kurban edilen hayvanın da şiddet uygulanan kadın kurbanın da gözleri dildir; bu dil kaygı dilidir, bu dil korku dilidir. Bu nedenle olsa gerek, bir kafese kapatılmış hayvanla, şiddet uygulanmış kadınla ya da hücreye kapatılmış işkence görmüş bir insanla göz göze gelemeyiz; (**) çünkü sen yakına bakarsın, onlar uzaklara; sen ona bakarsın, o başka yere. Hayvanlar evcilleştirildikten sonra insanlara, kadınlar ataerkil erkeğin nesnesine dönüştürüldükten sonra erkeklere, kötü kötü bakmayı öğrendiler. (***)

Bu kapsamda öncelikle yapılması gereken, gerici siyasi iradenin daha önce imzaladığı, ama şimdi çıkmak istediği İstanbul Sözleşmesini gündemde tutmak, çıkışa dur demektir: Çünkü İstanbul Sözleşmesi, başta cinsiyeti nedeniyle kadınlara uygulanan şiddet olmak üzere, şiddete uğrayan her bireyi korumayı ve şiddeti önlemeyi temel alan uluslararası bir sözleşmedir. Sözleşmeden çekilmek, sözleşmenin belirlediği ve Türkiye’nin de taraf olduğu tüm insan hakları belgelerini de tartışmalı duruma getirmek anlamını taşıyacak ve hak ihlalleri hızla tırmanacaktır. Demek ki İstanbul Sözleşmesini savunmak, sadece cinsiyet eşitliği talep edenlerin değil, inanç, etnik köken, dil, felsefi görüş vb. nedenlerle ayrımcılığa maruz kalmış toplumsal kesimlerin, acısına omuz vermektir.

(*) “Kadınlar tecavüze uğradıktan sonra bir et parçası gibi hissettiklerini söylediklerinde, birinin iradesi dışında içine girilmesi ile yenmesi arasında bir bağlantı olduğunu mu söylüyorlar? Bir kadın şöyle bildirir: ‘Bana kendimi bir et parçası gibi hissettirdi, bir delik gibi…” (Adams, Carol J.; Etin Cinsel Politikası/ Feminist-Vejetaryen Eleştirel Kuram-Çev.: Güray Tezcan ve Mehmet Emin Boyacıoğlu-; Ayrıntı Yayınları, Beşinci Baskı, İstanbul- 2020, s, 121)

(**) Hiç unutamadığım bir anımı paylaşmak isterim: İşkence görmüş ve Selimiye Kışlasında bir hücreye kapatılmıştım. General rütbesinde bir subay hücremin kapısına geldi ve nöbetçiye -Gözlerini gözlerinden ayırmayacaksın, dedi. Asker, -Gözlerine bakamıyorum komutanım, diye karşılık verince komutan durakladı ve -Ben ne diyorsam onu yap, dedi. Asker korkudan titremeye başladı ama komutan hiçbir şey olmamış gibi hücre kapısından uzaklaştı. (Esat Korkmaz/ Anı)

(**) “Hayvanın neliğine ilişkin Türkçede hatırı sayılır bir felsefe kitaplığı oluşturulmuş durumda. Derek Ryan ‘Hayvan Kuramı’nda hayvanlar için ‘Ormanın Çocukları’ diyor. John Berger mükemmel denemesi ‘Hayvanlara Niçin Bakarız?’da, bu ‘orman çocukları’nın, 19.yüzyılda icat edilen hayvanat bahçelerinde nasıl yokoluşa sürüklendiğini analiz eder… Artin Buber, başyapıtı ‘Ben ve Sen’in (1923) bir yerinde, ‘Bir hayvanın gözleri’ der, ‘büyük bir dil yeteneğine sahiptir…bakışıyla… içindeki sırları en etkili biçimde ifade eder.’… Bu dil, ‘kaygı dili’dir… risk âlemleri arasında hareket etmesinden kaynaklanan bir kaygı dili… Hayvanat bahçesindeki hayvan, yokoluşun canlı anıtıdır. ‘Hayvanat bahçesinde bir hayvanla göz göze gelemeyiz’ der Berger, ‘hayvanlar başka yana bakarlar. Görmeden uzaklara bakarlar.’ Ormanın çocuğu bugün, ‘ev hayvanı’na dönüşmüştür… Berger’in çok önemli bir tespiti daha vardır: ‘Hayvanların önemsizleştirilmesini günümüzde, … köylülerin de önemsizleştirilmesi izlemektedir…’” (Kayıran, Yücel; Felsefede Hayvan Kuramı, Hürriyet Kitapsanat, 26 Temmuz 2019, s, 9)

Bir cevap yazın