Monthly Archives: Mart 2020

Devriye ve Zamanda Yolculuk–Esat KORKMAZ

Alevilik, bir eylem kültürüdür-deneyim kültürüdür, konuşma kültürü değil; eylemini-deneyimini, devriye tasarımına bağlar: Bağlar bağlamaz hava, su, toprak ve ateşin bilincini sırtlar, geçmişe ve geleceğe yolculuğa çıkar ve şimdiyi, anılara ve sırra gebe bırakır.

Artık doğumunu beklemek hakkıdır: Doğum gerçekleştiğinde, sonuç görünüşe taşınmış olur; bu nedenle Alevilik aynı zamanda, bir sonuç kültürüdür; eylemini-deneyimini sonuca taşımak için didinir durur.
Devriye, düşünen yoldur; Yol’un felsefesi, öğretisi ve inancı, düşünen yolda öğrenilir: Yola ölü girilir, diri çıkılır; giremeyenler, dolaşan ölüdür.

Devriyeye katılan Yol eri, kendisi aracılığıyla kendisine söz geçirme olanağını elde eder; Yol’un felsefesini, öğretisini ve inancını, geçmişe ve geleceğe salar; insanı zâhirden bâtına, bâtından zâhire gezdirir; bu geziyle nesnel, yani bilimsel bir sonuç üretir.

Zaman yolcusu, devriyeye adımını atar atmaz hava, su, toprak ve ateşle buluşur ve -Hoşça kal burası! der. Yolculuk sırasında güncellediği her anı, her yaşanmışlık, ona kendini anlatır: O hem dinleyen hem de anlatandır. Devriye yolculuğunu deneyimlemek istediğimizde, hayret bizi uyandırır; bir anda büyülü dünyanın büyülü çocuğu olup çıkarız. Artık sonucu gösteren bedensel bir tiyatronun, çocuk oyuncusuyuzdur.

Bilgi deneyimin kendisi; yaşam, yaşam deneyimlerinin toplamı ise eğer yaşam, geriye dönülerek anlaşılır, ileriye yürünerek yaşanır. Şimdimize dokunmayan, şimdimizde yakamıza yapışmayan bir geçmiş ile boğazımızı sıkmaya hazırlanan bir gelecek arasında sıkışıp kalmışız: Tecridi kırmak için, şimdiyi içmek gerekir ki hem geçmişe hem de geleceğe yolculuk edebilelim.

Devriye yolculuğu, Aleviliğin en önemli tasarımıdır ama gel gör ki bu tasarım, yalnızca geçmişe yolculuğun bir biçimine indirgenmiş durumdadır, gelecek ise yoktur.

Ama biz biliyoruz ki Yol, felsefe-öğreti ve inançtır; üçlükte teklik, teklikte üçlük gereği, bu üçleme, birbirinden koparılamaz; erkân ise bu üçlemenin uygulamasıdır ve bu uygulamaya devriyeyle ulaşılır. Devriye işlevli duruma geldiğinde Alevi felsefesi yaşam bulacaktır.

#Alevi#alevi#Kızılbaş#kızılbaş#Asimilasyon#Bektaşilik#AABF#BDAJ#AKM#Alevi Kültür Merkezi#Alevilerin Sesi#Hacı Bektaş Veli#Pir Sultan Abdal#Kaygusuz Abdal#Yunus Emre#Alevi Enstitüsü#devriye#Nevruz#

Alevi İnancının Devriye Aşığı Aşık Veysel–Esat KORKMAZ


İlk şiirlerinde Veysel’i düşünce olarak coşkulu, ozan olarak henüz yetersiz buluruz. Aslında bu tür şiirlerinin daha sonrakilerinde bile, bir ozandan çok bir toplum eğitmeni Veysel’i görmekteyiz. Bu çalışmalarında Veysel, Cumhuriyetin korunmasına ve ulus bütünlüğüne yardımcı olarak şiiri bir araç gibi görür. Davranışlarında da böyledir; düşünce olarak tertemiz bir adamın eylemlerinde de namuslu, çalışkan olduğu ve özellikle doğru tanılara başvurduğu da gözlenir. Kızılırmak üzerindeki Kaplan Deresi Köprüsünü köy köy dolaşıp para toplayarak yaptırması ondaki bu sorumluluğun bir göstergesidir. Eğitici ve öğretici şiirler aslında öbür ozanlarımızda da çoğu kez kurudur. Uyakların zenginliği, sözcüklerin özenli seçilişi, hep ikinci plana atılmıştır. Demek ki bu kuruluk salt Veysel’e özgü değil…

Kimi halkbilim çalışanları, kimi eleştirmenler, Veysel’i boş, ününe layık olmayan, şişirilmiş bir balon, rahatına düşkün vb. gibi sıfatlarla tanımlar. İki örnekle açıklamaya çalışalım: Cahit Öztelli, Veysel için; “…Sanat yanı oldukça zayıftır Veysel’in. Şiirin yapısına, sesine, zevkine kulak yolu ile yaklaşabilen Veysel, gerçekten kurudur, içtenlikten yoksundur. Benzetmeleri sarıcı yeni buluşlar değildir. O, kulaktan ne kapabilmişse onunla kalmış, kimi konuları da aydın dostların tavsiyesi ile ele almıştır.”

Öztelli, Veysel’i bu tür eleştiri oklarına tutarken yalnız değildir: Ozan olsun, olmasın kimi edebiyat erleri de Veysel’i böyle değerlendirmektedir. Söz gelimi büyük romancımız ve toplum önderimiz Yaşar Kemal de Veysel’i, baş kaldırmayan, kabulcü kişi olarak görür. Veysel’i “sonsuz bir şiir bilgisi olan, kendisinden önceki ustaları derinlemesine bilen, birçok bilinmeyen Karacaoğlan şiirini ezberden okuyan, ama tüm bunlara karşın başkaldırmayan” kişi olarak tanıtmaktadır.

Veysel gerçekten böyle midir? Cumhuriyet’in memuru olarak, toplum eğitmeni rolüne soyunduğunda, evet böyledir; içerik olarak kurudur, öğüt vermekle yetinen ya da aferinleme tarzı söz söyleyen biridir. Ama âşık geleneğinin sürdürümcüsü Veysel, bir başkadır: Coşkuludur, şiirleri içerik olarak bâtınî doyuma ulaştırır insanı, bağlamasının tınısı, gönül telini titretir.

39 yaşında ilk şiirlerini söyleyen Veysel, o güne değin yazmasa bile düşünmüştür. Gerek Alevi törenlerinde söylenen deyişlerdeki incelik, gerekse Veysel’in çok sevdiği bağlama düzeninin duygusallığı onu ince, sevecen bir ruha götürür. Bu nedenle Veysel, bu tür sevda deyişlerinde oldukça başarılıdır.

Bir seher vaktinde gençlik çağında,
Hayali kalbime geldi gizlendi.
Boğnum iğri, seme serhoş gezerken,
Aklımı başımdan alıp gizlendi.

Hayal midir, rüya mıdır, ben şaştım,
Çok aradım, köşe köşe dolaştım.
Sevda derler bir sahile ulaştım,
Aşkın deryasına daldı, gizlendi.

Böylece kendisine sürekli naz eden bir sevgiliyi tanımlayan Veysel, duygusaldır ama gerçekçidir de. Bu işin olmayacağını hemen kestirir;

Hayal bana yakın, yar bana uzak,
Sevdası başıma dolanır, gitmez.
Aşkına düşeli yar bana uzak,
Yüz bin öğüt versem, biri kâr etmez.

Veysel’in tarihlerde kalmış ulu ustalarından alıp getirdiği bir manzara vardır; onlar sevgililerini bir yaratılmışa, kendilerini de o varlıkla ilgili bir başka nesneye benzetirler: Veysel, bu benzerlikleri sevgilisine şöyle eklemektedir;

Her sabah, her sabah suya giderken,
Yar yolunda toprak olsam, toz olsam.
Bakıp dört köşeyi seyran ederken,
Kara kaş altında elâ göz olsam.

Üğrünü üğrünü giderken yola,
Nice dilsizleri getirir dile.
Gövel ördek gibi inerken göle
Ya bir şahin olsam ya bir baz olsam.

Sevda şiirleri böylece bütün alımlı yönleriyle uzar gider. Ama bize kalırsa Veysel’de en olgun dizeler, insanı ve insanla ilgili öğeleri konu alan dizeleridir. Bu deyişlerde Veysel, insanın kaynağından çıkıp bir gövdede canlandıktan sonra, bu gövde veya gövdelerdeki süre içinde ne tür evrelerden geçeceğini ve bu yolun sonunda gene kaynağına döneceğini anlatır. Bir başka tanımla, karşımıza Alevi tasavvufunun devriye ozanı Veysel çıkar.

Bağlandığı inancın ıssız bir Anadolu/Alevi köyünde kendisine aşıladığı bu duygular Veysel’de gönül gözü ile geliştirilmiş, Veysel, Aleviliğin sır dediği bu gizi gönlünde çözmüştür. Yaratanın büyük bir hazine olduğunu, kendisinin bilinmesi için yarattığını anlamıştır. O büyük hazinenin bilinmesi için yarattıklarını da kendinden bir parça olarak ve kendi biçiminde yaratacağını, biliyor Veysel. Kendince, doğallıkla şöyle düşünmektedir; Öyle ise her şey O’ndan bir parçadır. Ben, o varlığın bir parçasıyım. Dolayısıyla O’yum. Ben O’ndansam, komşum da O’ndandır. Kapıdaki sütçü, çiçek satan minik kız, gazeteci çocuk, inşaattaki işçi de O’ndandır. Onları inciten göklerdeki ulu gücü de incitir. Dolayısıyla şimdilik Veysel suretinde görünen ulu varlığı da incitir. Bu düşüncelerin ıssı olan Veysel, bu alanda bir Nesimi, bir Hallaç, bir Şibli, bir Muhiddin Arabî değil. Onların doğrudan söylediği Ene’l Hak sözü, Veysel’de doğrudan doğruya yok. Belki de Veysel’e göre bu doğruyu söylemek bir sakıncadır.

Ancak, barışı ve ilerlemeyi sağladığı için Veysel, insan kutsallığına doya doya sarılıyor. Anlatırken de süzülüp geldiği Alevi inancının devriye türüne sığınıp anlatıyor;

Göklerden süzüldüm, tertemiz indim,
Yere indim, yerli renge boyandım.
Boz bulanık bir sel oldum, yürüdüm,
Çeşit çeşit türlü renge boyandım.

Yüzlerimi yere vurdum, süründüm,
Çok dolandım, ırmak oldum göründüm.
Eleklerden geçtim, yundum arındım,
Kâmilane karlı renge boyandım.

Türlü türlü renklere boyanan ozanımızda bir damla olarak dünyaya geliş, bir ırmak biçimine giriş, türlü donlarda, türlü evrelerden geçiş ve tüm yobazların inadına, evrim kuramını bağıra bağıra söyleyiş. Ulu Veysel, Alevi inancına göre Hakk’a yürüdükten sonra, bedenin yaratıldığı dört öğeden biri olan toprak’a sırlanacak ve kökenine dönecektir.


Derya bende, ben deryada birleştik.
Ayrılmağa imkân yoktur, yerleştik.
Nice boyalardan, renklerden geçtik,
“Veysel neler çekmiş” kim ne bilecek?

Bu alandaki Veysel’i anlatmaya kâğıtlar yetmiyor. O, bu güzellikleri, kendi deyimi ile iki kapılı bir handa bizlere bırakıp gitti. Bize barışı bıraktı, insana saygıyı bıraktı, çalışma aşkını bıraktı. Ve de bir başka gizin çözümünü insanla birlikte aşkın da yaratıldığını bıraktı. Biz bu olguyu anlatan deyişiyle sözümüzü sonluyoruz;

Güzelliğin on par’etmez,
Bu bendeki aşk olmasa.
Eğlenecek yer bulaman,
Gönüldeki köşk olmasa.

#Alevi#alevi#Kızılbaş#kızılbaş#Asimilasyon#Bektaşilik#AABF#BDAJ#AKM#Alevi Kültür Merkezi#Alevilerin Sesi#Hacı Bektaş Veli#Pir Sultan Abdal#Kaygusuz Abdal#Yunus Emre#Alevi Enstitüsü#Dede#Kadın#kadın mücadelesi#Nefesler#Ozanlar#Seyyid Nesimi#Aşık Veysel#

Hey Dedeler Her Sözü Küfür Bilmeyin–Hasan Harmancı

Alevi dedelerinin yanlış örgütlenmelerinden dolayı sınırsız bir despotizm oluşuyor.
Günümüz toplumunun böylesi bir despotizm ile yaşayabileceği sanmak Alevi toplum kurumlarının işlevsizleştirilmesiyle sonuçlanmak üzeredir.

Toplumumuzun normlarını, ilkelerini rızalıkla alınmış kararlara göre yürütmek yerine, kendi düşüncelerine göre hareket edilmesi Yol’a uygun olmadığı gibi toplumsal özgürlüğümüzle de ilişkili değildir.

Alevi kurumsal çıkarlarının savunulması olarak gösterilmeye çalışılan Dedelerin tutum ve yargıları ancak bireysel ya da grupsal çıkarlar olarak sonuçlanmaktadır.

Yaratılmaya çalışılan düşünce “kafesi” Alevi toplumunun günümüz özgürlük anlayışının çok gerisindedir.

Toplumumuzun evrenselleşme çabası sürecinde yaşamaya başladığı iktisadı değişim ve yeni toplumsal yaşayışta sorumluluk gösterip toplumsal işleyişe, katılımcı bir toplumsallık yaratılması çabasına Dedelik kurumunun yeni yapısı/yapıları hesap verebilir olarak katılmak durumundadırlar.

Alevi kast sisteminin hiyerarşik dengeleri yetersizlik içinde yuvarlanmaya başlamıştır.
Bu kast ilişkilerinin yürütülmesi gittikçe çapraşıklaşmaktadır. Alevilik zenginlerin ve güçlülerin oluşturduğu oligarşik bir yapıya sahip olmamakla birlikte bu yönde bir yapılanma ve anlaşılma ile karşı karşıyadır.

Yaşadığımız dağlar bize demokrasiyi, insancıllığı, insan hak ve hukukunu, kurdun-kuşun hakkını öğretti. Şimdi mücadele ettiğimiz gücün kendisi gibi vurdumduymaz olmamız, ona benzememiz düşünülebilir mi.

Hizmet yürütme kastı olmakla, toplum adına söz söylemenin karıştırılması toplumsal özgürlüklere müdahaleye dönüşmektedir. Toplumun beklediği işlev sadece moral, inançsal hizmetler değildir. Alevi yaşam ve inanç alanı hiçbir zaman bu ölçekte daralmamıştır. Hakullah ve sofra gülbangının içeriği de bunu göstermektedir. Öyle olmasaydı dergahlar, tekkeler olmaz, Cemler kurulmazdı. Kapılar gece gündüz açık bırakılmazdı.

Kendi içinde parçalanmış ya da uyumlanma sorunu yaşayan Ocaklı, dergahlı, tekkeli Alevi kast sisteminin yapısı özgürlüklerin gelişimini engellemektedir. Aynı zamanda toplumun iktidarlara karşı güçlü muhalefet etme çabasının da önüne geçmektedir.

Alevilik tanımı, felsefi söylem yetersizliğinin, ritüel ve hizmetlerin yürütülmesinin yapısal koşullanmaya uyumlu, toplumun gelişim ve beklentisiyle denge içinde olması gereklidir.

Bu yeniden yapılanmaya ayak direyen Dedelere karşı toplumumuzda bir güvensizlik ve işlev yetersizliği söz konusudur.

Dedelerin Alevi toplumu ile ilişkilerinde bireysel ve kastsal çıkarları ötesinde bir ilişki ağı içinde olmak durumundadırlar.

Sosyal organizasyonların güçlü, ihtiyaca göre örgütlenmesinde görev almaları sosyal yapımızın gereğidir. Keramet bu toplumsal işlevin canlandırılıp Yol’un inanma biçimini, meclislerini hayata geçirip yürütmektir. Yol’a, yüreğe giden damarlara anjiyo yapar gibi müdahale etme zamanıdır. Toplumun nabzına göre şerbet vermek yerine toplumun nabzını tutacaksınız.

Cem, cenaze, nikah varsa gelirim diyen bir Dedelik kurumu olabilir mi. Örgütlerimizi AŞ’lere değil Aşevine dönüştürme günüdür.
Toplumu harekete geçirmek zamanıdır.

Sol’u Aleviliğe pranga gören çarpık ve Alevi felsefesine yakışmayan bir sürecin yansımalarını Aleviliğe sirayet etmeye çabalayanlarla karşı karşıyayız.
Dedelerimiz böylesi bir taşın atıcısı olmamalılar. Bu darağacındaki Pir Sultan Abdal’a, Hallacı Mansur’a atılan taş kötülüğündeki gülden farklı değildir. Dayanışmak, yoksulun yanında olmak, bunu örgütlemek yâren hukuğunun gereğidir.

Değerli Dedeler, Babalar, Yol ehilleri katranlı odun kazanlarını kaynatma, muhtaca, çaresize el uzatma, elbirliğini örgütleme zamanıdır.

Kimseyi arayıp çare sormayın, aynaya bakıp kendinizi arayın. Kini, kibri, hamaseti bir yana bırakınız. Kimsenin kapınıza gelmesini beklemeyin, kapıları çalın ve vicdanlara ses olun, ışık ve ışk verin.

Bunu söylerken amaç ne iğnelemek ne de küfürdür. Yol çaresize çare, dermansıza derman, imana, vicdana gönülden ferman günüdür.

Değerli Canlar sizler kimi bekliyorsunuz. Örgütlerinizi, Dedeleri, Babaları arayın güç verin, umudu uyandırın. Ne yapabileceğinizin ikrarını veriniz, bildiriniz. Eliniz, ayağınız, diliniz, keseniz mi tutmuyor.

Cem’e getirdiğiniz simgede lokmanın değil hakikatte lokmanın günü değil mi.
Hızır mı beklersiniz, Mehdi mi çağırırsınız kendinizden öte.

Toplumumuzun yaşadığı ekonomik ve sosyal bozukluğun getirdiği gittikçe yoksullaşma sürecine insani destek ve hizmetlerin yürütülmesi üzerinden katılma bunu örgütleyen kurumlarımıza bedenle, ruhla katılma günüdür.

Şimdi koalisyon, koordinasyon ve konfederasyon ve imece günüdür. Gün Hızır’ı uyandırma, çerağı uyarma günüdür. Alevilik bina değildir, binaların kapıları açılmadan da bu hizmetler yürütülebilir.

Cenaze araçları ölüm ve keder taşımasın umut ve uğur taşısın.
İnsanı toprağın altına koymak yerine, elimizi taşın altına koyalım.

Aşk olsun halka hizmeti Hakk’a hizmet bilene.

#Alevi#alevi#Kızılbaş#kızılbaş#Asimilasyon#Bektaşilik#AABF#BDAJ#AKM#Alevi Kültür Merkezi#Alevilerin Sesi#Hacı Bektaş Veli#Pir Sultan Abdal#Kaygusuz Abdal#Yunus Emre#Alevi Enstitüsü#Dede#Kadın#kadın mücadelesi#

Kendi Noksanlığımıza-Eksikliğimize Tanı Koymak–Esat Korkmaz


ALEVİLİKTE KADIN-ERKEK EŞİTLİĞİ KONUSUNDA,
KENDİ NOKSANLIĞIMIZA-EKSİKLİĞİMİZE TANI KOYMAK
Esat Korkmaz

Erkek dişi sorulmaz muhabbetin dilinde
Hakk’ın yarattığı her şey yerli yerinde
Bizim nazarımızda kadın-erkek farkı yok
Noksanlık, eksiklik senin görüşlerinde
Hace Bektaş Veli

Alevilikte, kadın-erkek eşitliği konusunda noksanlığımız-eksikliğimiz var mı? sorusunu yanıtlamaya çalışalım: Yol ritüelleri ölçü alındığında, kadının dişiliği-erkeğin kişiliği ortadan kalkar, herkes candır-insandır-eşittir diyoruz. Yani canın cinsiyetsiz olduğunu belirtmek istiyoruz. Gerçekten can cinsiyetsiz mi? İnsan cinsiyetsiz mi?

İşte sorun burada düğümleniyor sevgili canlar: Binlerce yıl geçmişe tarihlenen ataerkillik, yaşamın her anına o denli yerleşti ki can da insan da birer gizil erkek olup çıktı.

Öyleyse Alevilikte kadının yazgısını algılayabilmek için canın-insanın, yani erkeğin ötesine taşınmak durumundayız. Taşındığımızda, canın-insanın ötesinde karşılaşacağımız ilk mağdur kimliğin kadın olduğunu göreceğiz. Kadının da ötesine taşındığımızda ise mağdur hayvanla, dağla-taşla, yani tüm doğayla burun buruna geleceğiz.

Niçin canın-insanın ötesine taşınamıyoruz? dersek, yanıt açıktır: Çünkü biz Alevi hümanizmini insana-cana indirgeyerek algılıyoruz. İnsancılığı, her şey insan içindir-can içindir/ önemli olan insandır-candır özdeyişlerine bağlıyoruz. Bu, önemli olan erkektir/ her şey erkek içindir demenin bir başka yoludur ne yazık ki. Üstelik bu anlayış, tek-tanrıcı dinlerin Tanrı’sına bağlanır: Tanrı demiyor mu? -Ben her şeyi insan için yarattım ve kendimi insan biçiminde var ettim, diye. Anlayalım artık; buradaki insan da erkektir, çünkü tek-tanrıcı dinler, erkek Tanrı’nın erkek dinidir.

Tam da bu nedenle Alevi Hümanizmi (insancılığı) insan ve insan ötesini/ can ve can ötesini kucaklayan, yani tüm doğayı temel alan bir hümanizmdir. Hümanizm kapsamında insan ve insan-sonrasını tartışıp içselleştirmeden, Alevilikte kadın-erkek eşitliği konusunda kendi noksanlığımıza-eksikliğimize atanı koyamayız.

#Alevi#alevi#Kızılbaş#kızılbaş#Asimilasyon#Bektaşilik#AABF#BDAJ#AKM#Alevi Kültür Merkezi#Alevilerin Sesi#Hacı Bektaş Veli#Pir Sultan Abdal#Kaygusuz Abdal#Yunus Emre#Alevi Enstitüsü#8 Mart#Dünya Kadınlar Günü#Kadın#kadın mücadelesi#

Kadın Nedir — Hasan HARMANCI

Kadın Nedir*

İnsanın biyolojik olarak eşit olmaması insan olarak eşit olmasının önünde engel değildir. Kadın-erkek eşitliğini yaratan bir toplumun erk anlayışı daralmıştır ve toplumsal eşitlik değersel özgürlüğün ana kapısı durumuna gelmiştir. Bu kapıyı aralamayı başarabilecek miyiz.
Önce Tanrı krallar insanları koruması altına alıyordu sonra toplumlar üst insanlar, sıradan insanlar ve köleler olarak sınıflandı. O zamanlar despot Gılgamış zamanlarıyla eştir.

Üst insanların hukuku farklıydı. Hüküm eden efendiydi. Sıradan insan ise yasalara uymak zorundaydı ve onlarda suç eşitliği kısasa kısas hükmüyle işliyordu. Kölelerin hakları hayvan hakları ile eşdeğerdi.
Kadının konumu da bu üçgen içinde işliyordu. Gılgamış’ın iradesi erkeği ayakları altına almak, kadını ise kullanmak üzerinden sürüyordu.

Sonra Gılgamış’ın kibrini, kinini, despotluğunu ve pervasızlığını dengeleyecek Enkidu zuhur oldu.
Denge bir süreliğine kurulabildi. Ancak hiçbir zaman yeterli olmadı.
Aşk Tanrıçası iştar’ın evlilik isteğini o yarı insan yarı Tanrı haliyle reddetti. Derler ki Tufan işte bu yüzden oldu.
Erkek erkekle savaşıyordu. Düzen faydacı erkeklerin dediği biçimde işlemeye devam ettirildi. Güçlünün tarafında olmak Tanrıların sözünden çıkmamaktı. Kadın da erkek de bu düzen için adaklar adadı, çocuklarını kurban olarak sundu.

Şimdi aradığımız toplum dinsel sınıflama ile feodal düzen arasına sıkışmış bir toplum modelinin yarattığı iktidar ağına sahip. Kapitalist toplum da emperyalist toplum da bu düzenlerin devamı olmaktan kopmadı. Feodal toplumu Tanrının hükmünün sürdürücüleri temsil ediyor. Onların gücü de hükmü de insanlığa huzur, adalet ve barış getirmedi. Yani insan hep savaşın çocuğu oldu, Tanrıdan kendine yetecek barış yerine güç ve hırs istedi.

Doğanın bereketini ise aç gözlü iktidarlar insanlığa yar etmedi. Sömürdükçe sömürdü. Kadın da erkek de diğer canlı cansız mallar olarak görüldü.
Şimdi ekonomik yararımız ölçüsünde özgürüz. Kimin kimi nasıl ve neyi üzerinden sömürebileceği hukukun üstünlüğüne bağlandı.

Biz Gılgamış’ın hırsının, pervasızca sömüren varlığının hüküm sürmesinden pek bir öteye geçemedik.
Hali hazırda da kurtulamadık.

İstediğimiz düzen insanın bedenen eşit olması zorunluluğu olmadan öz’de, ruhsal algıda eşit ve bir olmasıdır. Adaletli yaşamak sadece insanın erklerce sömürülmemesi değil, erkeğin de kadının da bunun parçası olmaktan çıkıp hiçbir canlıyı-cansızı sömürmemesidir.
Biliyoruz ki o üstün insan da, sıradan insan da köle insan da bir ve aynı öze ve ruhsal yapıya sahip. Bu kadın ve erkek için de geçerli.
Geleceğin özgürlüğü için şimdi bizi köleleştiren o cinsiyetçi anlayıştan kurtulmalıyız.

Özgürlük ritüelini cinsler arasında farklı tanımlamak hiçbir çözüm getirmez aksine bedelini kanla, terle, tenle ödemeyi devam ettirmenin yeni yolu olur. İnsan doğası bin yıllardır sömürü düzeninden kurtulamadı. Kadın-erkek ayrımsız hasta toplumların devamı olmakla hünerliyiz. Tarihte kadın erkeğin ikizi gibidir.
Bedenleri farklı, ruhları ve amaçları aynıdır. Bu, bu yüzyılda da pek değişmedi.
Bilim bunun gerekçesini şöyle konumlandırdı: Kadın beyni-erkek beyni. Burada eklemek gerek ki bu iki beyin de bir insanın kafasında yer alan iki ayrı yarımküreden başka birşey değildir. Yani bir insanın içinde hem kadın hem de erkek var. Bunun sadece hormonal ölçüleri farklıdır.
Anlıyoruz ki yeni insan toplumsal rol modeller arasına sıkışmazsa ve varlığını özgürleştirirse insana, “can” dediğimiz ruhsal ve bedensel bir arılığa ulaşabilir.

Barış ve sevgi içinde olmak bedeninizin içinde başlıyor. Fazla kadın ya da fazla erkek olmak arasında bir seçimde bulunup özgürlük olmayan “özgürlük” ile yetinirsek bu hayat bize hep “dar” olacak. Hükümranlar ise sömürmeye devam diyecek.
İlk tanrısal hükümdara eşdeğer olan Gılgamış’ın ikizi Enkidu acaba bu beynimizin iki yarısı arasındaki farkındalık savaşımıydı. Ölümsüzlüğü arayan yanımıza, içimizdeki Gılgamış’a sormak gerek.
Gılgamış ölümsüzlük suyunu, Ab-ı hayatı buldu ancak yılana kaptırdı Ab-ı hayatı. Hızır buldu. Her dem insana bunu sunmak da istedi. Ta ki insan kendini yenileyip kendini Hak, Hızır, Kâmil bilincine çıkarıp da “can” olunca içebilsin diye hazır eyledi. Hızır kendine İlyas’ı; denizi yâr saydı.
İnsanı insana, kadını erkeğe, erkeği kadına Hızır kıldı, yâr eyledi.

Ata tohumu başağı arar gibi yeniden insanın saf ve hükümdarsız, hükümransız düzenini kurmak durumundayız. İnsanın alt-bilincinde birikmiş olan bencilliği, güçsüz ve savunmasız olanı köleleştirme, sömürme hakkını, cinsiyetçi bakışını yıkmalıyız. İçimizdeki ikizimizin hırsı, kini, kibri bu sömürü düzeninin, savaşın, dengesizliklerin baş aktörü değil mi?

Parşömen kağıda yazılan ilk yasa kendinden olanı öldürmeyeceksin, ikinci yasa ise kendinden olana (ensest) tecavüz etmeyeceksin. Dijital yasalarla Dijital diktatörlüklere, sanal gerçeklik! ve hormonal besine geçtik. İnsan için olumlu pek bir şeyin değiştiğini söylemek güç…

Geldiğimiz evrensel hukuki toplama bakarsak: bize; -insana, ayrımsız kadın-erkek bize- Kadın Hareketi’nin tarihi, yani mor rengin hukuk savaşına, bu hiçbir zaman sadece kadının bir başına savaşı olmadı. Yoksulluğun, ezilmişliğin, sömürünün karşısında ortaklaşa yürümekle oldu, oluyor.
Şeyh Bedreddin, “Yarin yanağından gayrı herşeyde ortak” dedi ve devam etti; “Kadın, dünyanın ta kendisidir”.
Şimdi gerçek savaş “sürdürülebilir” insanlık için cinsiyetçi ayrımlardan arındırılarak yürütülebilir. İnsan insana Tufan mı yoksa yâr mi ola?
Bozulmamış insani öz’e, Can’a sağlıklı olana kavuşmak dileğiyle.

———
*Kuşandığımız savaş gömleğiyle ölen, öldürülen, göç yoluyla denizleri, tel örgüleri geçen-geçemeyen, kafamızın sınırlarında öldürdüğümüz milyon milyon kadın ve çocuk anısına.

#Alevi#alevi#Kızılbaş#kızılbaş#Asimilasyon#Bektaşilik#AABF#BDAJ#AKM#Alevi Kültür Merkezi#Alevilerin Sesi#Hacı Bektaş Veli#Pir Sultan Abdal#Kaygusuz Abdal#Yunus Emre#Alevi Enstitüsü#8 Mart#Dünya Kadınlar Günü#Kadın#kadın mücadelesi#