KURBAN OLMAK–Hasan Harmancı

Bir toplumsal sorumluluk içinde olmak yaşamın kusursuz olmasa da daha yaşanır olmasına hizmet eder. İnsanın toplumsallığının altında birazda bu yatar. Kusursuzluğu engelleyen nelerdir diye sorarsak bu ise bizi bir bilinçaltı işleyişine götürür. İnsanın doğaya egemen olma yolculuğuna ya da doğadaki herşeyi yeniden dizayn etmeye ve kendisine yontmaya çalıştığı o ilk döneme.
Bir patlamadan uyanmış gibi gelişen özgüveni insana adım adım herşeyi kendisine göre yeniden yaratmasına ve ona göre düşünmesine yol açtı. Bu öyle bir insan oluşmasına neden oldu ki, şimdi hala peşinde olduğu kusursuzlaştırma zihniyetinin altında yatan bir hafıza gibi süreklilik haline dönüştü.

İnsan için kendini tatmin etme, doyurma, besleme ve sahip olma hissinin sınırsızlığı iki yönlü bir yaşam savaşına neden oldu. Bunlardan ilki herşeyi yönetme diğeri de egonun tatmin edilmesidir. Bu öyle bir hal aldı ki yaşam dediğimiz bu ikisinin ya birlikte ya da ayrı ayrı kabulleri ve yarattığı rol modelliği haline geldi.

İnsan başka nedir ki?

Toplumsal olsun bireysel olsun insanın ilk halini saran korkusu, kaygısı, doğaya karşı güvensizliği ve yaşama mücadelesi insanda bir değerler sistemine yol açtı ve bu değerler sistemi sorgulanamayacak ölçüde tüm bilincimizi değişmeyecek ölçüde sarmış durumda. Öyle ki pek az insan bundan kendini kurtarabilir, insanın insanlaşmak için oluşturduğu soyutlamanın tahakkümünden koruyabilir.

Bize ailede, toplumu kurumsallaştıran her alanda, başta eğitim dediğimiz fabrikada bu bir dumansız insan yetiştirme aygıtıdır. Yeni insanın ulaştığı uygarlık dediğimiz süreçte bunun ödülüdür. Bu farklı düşünenin törpülendiği daha doğrusu düşünmenin durdurulduğu, rol seçmenin genişletildiği bir ego yaratım sürecidir. Her bir rol ise bize kurgusal bir benlik/ego duygusu ve fırsatı aşılıyor. Değer kazandığını sandırınız bu süreç insanın anacını sabitleştirdiği bir yozlaşma sabitler. En güçlü olduğumuz ve özgüvenle hareket ettiğimiz an teslim olmuş bir özbenlikle insan olmanın savaşını sonlandırmış oluruz. Matematik, fizik, kimya gibi alan bile büyük çoğunluğu hayata sabitlemek için öğrendiklerimiz ve tekrarladıklarımız oluverir süreçte. Onların kusursuz ilahi dünyası insanı yanılgılar karşısında karlı bir koruma sağlar. Ancak bedel ödemek şartıyla deliler ya da dahiler bu yaptırımdan kurtulabiliyor.

Toplumun başarı aygıtlarının en yüksek düzeyde üzerimizde egemen olmasıyla varlığımızdan tümüyle kopma noktasına geliriz. Tamamlanmış insan yeni haliyle kendisi olmaktan ve doğallıktan tümüyle kurtulmuş olur. Böylelikle toplumsal irade mükemmel bir işleyişle kendisini koruma ve sahiplenme altına aldırmayı başarmış olur.

Kusursuzluk artık başlayabilir. İnsan içindeki küskünlükleri, toplum dışında kalmışlıkları bir aidiyetle taçlandırma süreci başlatabilir. Toplumun tekrarlanmasını istediği şeylere ne ölçüde uyarsak o ölçüde egomuzun bizi parlattığı ve toplumun da bizi kabul ettiği alanda ve anlamda kendimizi var ederiz.
Toplum temelde kendisi olmaya çabalayan insanı, bireyi öğütme, durdurma ve bütünün egosunu kabullenmeye çekmek için içsel olarak kullanılan ortak imge, ses, değerler ve geçmişler bütünün yansımasıdır şimdinin haline dikkat çekmek istersek.

Toplumsal davranmak insanın ruhsal ya da bedensel yapısında bulunan temel arzularımızın yansıması olan birşey değil, kabuller silsilesidir. Bu nedenle büyük yalanlarımızdan birisi de “insan toplumsal bir hayvan” olduğudur. Gerçekçi sistemlerde toplum bireyin gelişmesine, farklılığına hizmet etmek ister. Bireyi kontrol etmek, ortak duyguda ve tavırda tutmak isteyen yapılar ise bir sistem taklidi altında bireyi varlığından çıkarma ve toplumun kabulleri ölçüsünde yenilemek, belirlemek ister. Toplumsal hayatla bütünleşmek için bireyin mücadelesi bazı durumlarda değer olarak yansırken bazı toplumlarda, toplumun tüm koruyucu ve hastalık düzeyindeki egolarına, yalan ve talanına inandırmak, sahiplendirmek, itaat etmek, ettirmek, onu ortak yaşama ait sayılan, saydırılan bir rol modele taşımaktır. İnsan bu ikinci durumda sorgusuz bir huzura kavuşur görünür ancak ruhsal bir hastalığa yakalanmıştır. Toplum bunu başarmış ve bununla böylesi bayram günlerinde övünür.

Ortak hareket alanlarında değerler bütünü oluştuğunda egomuz güçlenir, özgürlüğümüzü ise kaybederiz. Gerçekte bireysel hayatımızda karşısında bulunduğumuz şeyleri nasıl kabul ettiğimizi, uyumlandığımızı şaşarak en güçlü biçimde değerlere atıfta bulunduğumuzda anlarız.

Toplumu yaşamada normal ancak insan içselliğinde, varlık alanında özgürlüğün kaybını yaşarız. Toplumun çelişkiler yumağını sahipleniriz. Normalden farklı olmayan bir anda birden bire değerlerin sahiplenilmesini önemser, büyüklenme dürbünü takarız. O anın kabulü büyüklenmemize, kusursuzluğumuza egosal anlamda güç katar. Bir kolektif iradenin önkabulleri irade olarak çarpıklığına karşın bir değerler sistemi gibi görünür.

Sorgulamayız ve toplumun paranoyasına dahil oluruz. Kurban bu paranoyanın en üst aşamalarından biri olarak binlerce yıldır bizi esir almış durumdadır.

İbrahim’in hastalıklı paranoyası olarak bakmayınız sadece, bu bir bütün olarak insanın ilkel zamanlarından başlayarak günümüze taşınmış ve törpülene gelen bir bedel ödeyerek insanın doğa karşısındaki savaşından kurtulma sorunudur.

Kimi durumda suçla, günahla, vicdanla ilişkilidir kimi durumda ise egonun tatmini, herşeyi ele geçirme ve yönetme ile ilişkilidir bu kurtulmamıza neden olan süreç.
Hayvan evcilleştirmenin son sürecinden tarım toplumuna geçişinde yükselmiş olan kurban gelenekleriyle ilişkilendirdiğimiz bu ritüeller dizisi aslında daha keskin bir irade kaybının ve ölümcül sorumluluğun başka araçlara, canlılara yüklenilmesidir.

İnsan kendi kefaretlerinden kurtulmak için önce doğadaki her canlıyı insan dahil yok etmeyi seçiyordu. Kendini güçlü bulduğu yerde doğanın değişimi için güç kullanıyor ve mücadele etmeyi, güvende olmayı seçiyordu. Çünkü onun Tanrısı ona bunu emrediyordu. Varlık alanında kendisi için yem olarak kullandığı kuklaları, esaret altına aldığı hayvan, bitki ya da insanlar; bir bütün olarak canlılar vardı.
İşte onu Tanrı’ya sunarak egosunu, en altta ise hastalıklarını iyileştirecek bedeller bulmakla kendini dinsel olarak tahmin etmeye çalıştı.

Bu kurbanları onun için o kadar değerliydi ki, hala insanın kurbanlığı devam ediyor olsaydı, sanırım insanların yarısına yakını hayvanların toplu öldürülerek kurbanlık durumları gibi doğal sayılırdı. Köleliğin değişmesi günümüz insanının başkalarına hizmetinin, kefaretinin daha fazla sahip olma isteğinin bedeli, “kurban”ı durumunda olacaktık.

İnsanın siyasal ve sosyal mücadelesi önemli bir aşamaya gelmekle birlikte, vahşileri tükettiğimizden, evcil hayvanlar bu “kurban” olma vechesinden kurtulamadı.

Ve tüm bir coğrafya olarak bu kurban ritüelinin bizi kapsamamasını mı yoksa hergün yediğimiz hayvanları kapsamasına dürtüsel bir olumlu tepki mi gösteriyoruz belli değil.

Kimlik-kişilik, kimlik-kültür ilişkisinin bize sunduğu kabulleri normal zamanlarda kabul etmezken şimdi nasıl bir kolektif köleci egodur ki, haykıra haykıra bayram ile hayvan katlini aynı tezgahta iki duygu olarak yaşama muştulanmış bir azade farkındalık olarak sunuyoruz.

Sanırım insan için herşey mümkün. Sorun sadece hayvan yemekle ilişkili olmasa gerek.

Bir cevap yazın