Dertli Ozan-DERVİŞ KEMAL–Esat Korkmaz


(DERTLİ OZAN)

DERVİŞ KEMAL

Esat Korkmaz

 

Dost dostunun cemalini

Gördüğü an bayram olur

Yüzünü dostun yüzüne

Sürdüğü an bayram olur

 

    Derviş Kemal halktan yana

    Dostlarımız tanık buna

    İnsanların derdi sona

    Erdiği an bayram olur

 

1930 yılında Dimetoka’nın (Yunanistan) Babalar köyünde doğdu. Asıl adı Kemâl Özcan‘dır. Doğduğu yıl ailesiyle birlikte Uzunköprü’ye göç eder.

 

Şiir yazmaya yaklaşık 15 yaşlarında başlar. Herhangi bir ustası bulunmayan Derviş Kemâl, edebiyatın yanında resim yapmar, keman, cümbüş ve bağlama çalar.

 

Önceleri sevda ağırlıklı şiirler yazan Derviş Kemâl, daha sonra Bektaşi düşünce biçiminin de etkisiyle tasavvufa yönelir. Derviş Kemâl’in şiirleri, 1960’lı yılların ikinci yarısından başlayarak özellikle Feyzullah Çınar tarafından bestelenip yorumlanır; 25 Nisan 2015 günü Hakk’a yürüdü.

 

Bizler (’68 kuşağı) Derviş Kemâl’i, üçlükte teklik-teklikte üçlük olarak algıladığımız Ruhi Su, Âşık İhsani ve Âşık Veysel’den hemen sonra, davudi sesiyle Feyzullah Çınar’ın, nefeslerini seslendirdiğinde tanıdık; giderek Mahzuni girdi içimize. Başka yok muydu? Evet vardı: Curasıyla bize eşlik eden ve curayı miracına taşıyan, Sivas’ta diri diri yakılan Âşık Nesimi Çimen.

 

Derviş Kemâl ile yüz yüze tanışmamız, Trakya’da Bedreddiniler üzerine alan çalışması yaptığımız günlerde oldu. O günler ölçü alındığında, yaşayan en büyük ozanımızdı Derviş Kemâl, ama bu bölgeyi dışta tutarsak, Aleviler pek tanımadı ozanımızı; üstelik keman, cümbüş ve bağlama çalan tek ozanımızdı.

 

Şimdi, bana gönderdiği, yayımlanmış kitaplarında yer almayan, Anımsama adlı nefesini paylaşayım ve biz de Derviş Kemal’i anımsayalım:

 

Engin düşünceye daldığım anda,

Bedreddin’i hatırlayıp ağlarım.

Ben, benle baş başa kaldığım anda,

Bedreddin’i hatırlayıp ağlarım.

 

Bir deyiş dinlesem sazın telinden,

Dem vursa Serez’den, Aydın ilinden,

Bir gül görsem, koparılmış dalından,

Bedreddin’i hatırlayıp ağlarım.

 

Dağlar görkemliyse, denizler mağrur,

Bulutlar nemliyse, topraklar çamur,

Hele çiselerse bir ince yağmur,

Bedreddin’i hatırlayıp ağlarım.

 

Bir kişi çarmıha diri çakılsa,

Bir fidan kesilip yere yıkılsa,

Bir eğri ağaca urgan takılsa,

Bedreddin’i hatırlayıp ağlarım.

 

Zalimler düşüme geldiği zaman,

Bir kâbus uykumu böldüğü zaman,

Bir ilim adamı öldüğü zaman,

Bedreddin’i hatırlayıp ağlarım.

 

Ne zaman yüzümü garba döndürsem,

Gruba bakarak hayale girsem,

Güneşi batarken sararmış görsem,

Bedreddin’i hatırlayıp ağlarım.

 

Kemal der: Dünyaya geldim geleli,

Gözümün pasını sildim sileli,

Hasılı kendimi bildim bileli,

Bedreddin’i hatırlayıp ağlarım.

(Derviş Kemâl)

Anımsamaya O’na seslenerek başlayalım:

-Aşk ile…

Derviş Kemâl’in canı, bedenini terk edeli dört yıl oldu; bedeni toprağa döndü, sır olarak algılanan bilinci-inancı kim bilir belki de ortada kaldı. Sırrını bedensiz bırakıp daha fazla ağlatmayalım Derviş Kemâlimizi.

Can çekişmesine canlar dayanmaz; durmayalım bilincine-inancına beden, kemanına tel olalım; O’nu yeni bedenlere, yeni kemanlara taşıyalım.

Şimdi ruhu, kendi gecesini yaşıyor; ruhuna su verebilirsek Derviş Kemâl’in, ruhu gecesinden doğacak, soluğumuzla-bakışımızla-duruşumuzla inleyen bir tele dönüşecek ve yeniden dirilip aramıza katılacak.

Ölmeden evvel ölelim-yaşarken dirilelim de Hakk’a yürüyen Derviş Kemâlimizin canına can olalım, aklına akıl; dondan dona yürüyelim, sızıntılarını toplayalım Uzunköprü’nün taşından-toprağından, karanlığın dilinden-karanlığın olanağından. Sızıntılarından derecikler, dereciklerden ırmaklar, ırmaklardan denizler oluşturalım. Oluşturalım da Derviş Kemâlimizle buluşalım ve ozanımıza şöyle haykıralım: Senin değil şimdinin geleceği kör, artık biz senin geleceğinle aydınlanmak istiyoruz.

Unutmayalım: Yaşam, yaşayanlardan çok, Hakk’a yürüyenlerden ibarettir. Öyleyse zaman yitirmeyelim, ozanımıza yaşamımızı kurma olanağını verelim.

Ulularımız bize yardımcı olsun, yol göstersin. Derviş Kemâl için yaptığımız bu etkinliğin Hak Defteri’ne kaydını sağlasın; unutulmasın, hep hatırlansın.

Derviş Kemâl’e beden olmak, tel olmak dileğiyle gerçeğe Hû! Eyvallah!

Ozan Taşıyıcı-Sözcü Bellektir

Ozan, Aleviliğin taşıyıcısı-sözcüsü bellektir. Sözel kültürlerde bu bellek, göçmendir; yeri gelir, turna donuna bürünür de Pir Sultan olur. Ozan konuşmaz, Telli Kuran’ı okuyarak ses olur ve bizi, yaşama taşır; yaşamın aklıyla buluşturur.

Bu bağlamda ses olabilmesi için ozanımız, kemanıyla, cümbüşüyle ve bağlamasıyla sevişir. İki eşik arasında kalan yaşam alanında, yay ya da parmaklar gezinmeye başladığında, bir sevişme sesi kaplar ortalığı; kulağın yetersiz kalınca gözünü de eklersin, duyguların ve heyecanın göz olur ve seste, karanlığını-bâtınını izlemeye başlarsın.

Ses amaçsız değildir: Bizleri, ulularımızın başlangıç zamanına taşımak, geçmişi yakalamak-geleceği kurmak gibi bir amacı vardır. Bu amaç bizi geçmişimize yaklaştırır ve geçmişimizi ses yapar. Sese-geçmişine acıkan her Alevi, ses-geçmiş içebilmek için ozana koşar, ozan; ses olup onu kucaklar.

Evet ozanımız Derviş Kemâl’i diriltelim, diriltelim de O’na koşalım, bizi kucaklasın; deyiş-nefes okunmaz, düşünülür desin ve düşüncelerini bizimle paylaşsın:

Yaşam Serüveni

 “1956 yılında ben Cem’e dâhil oldum. Ceme girdim. Cemdeki o büyük âlemi görünce bende büyük değişiklik oldu. O güne kadar yazdığım aşk şiirlerini yırtıp attım. Ondan sonra tasavvufa yöneldim. O yıldan beri de yazıyorum. Şimdi üç binden fazla şiirim var. Fakat yazdığım şiirleri devlet memuru olduğum için yayımlayamamıştım. Feyzullah Çınar benim birçok şiirimi okudu. Şimdiye kadar bir kitap da yayımlayamamıştım. İlk kitabım Alev Yayınları’ndan çıktı. Bu kitapta 150 şiirim var. Daha on kitaplık şiirim hazır bekliyor. Şiirlerimde insan sevgisi ve duygusunun, tasavvufun açık etkilerini görmek olasıdır.

Ben tasavvufta aradığımı buldum, diyebilirim. Çünkü ben insanlığı aradım, arıyorum. İnsanlığı da tasavvufta buldum. İnsanın ne olduğunu da çok iyi anladım… Tanrı’yı ararken, Tanrı’nın insanda olduğunu gördüm, tasavvufta. Bu yüzden insanları taparcasına seviyorum.

Alevi ceminin, kapısı daha dardır çünkü. O kapının içinde ölmek de var. Yalnız bu ölmek, zâhiri anlamda ölmek değil; ölmeden evvel ölmek, can tendeyken evvel ölmektir. Biz de kapı herkese açılmaz. O dar kapıdan girmeden önce bir rehber buluyorsunuz. O rehber sizi ölçüyor, biçiyor, tartıyor. Artık oraya yanaştığınıza kanaat getirdikten sonra o kapıya götürüyor sizi. O kapı manevi bakımdan çok büyük ama aynı zamanda iğne deliği kadar da dar. Kapıya götürüyor ve “-Böyle böyle bir can getirdim”, diyor. O huzurda ömür boyu hiç bozmayacağın bir ikrar veriyorsun. Alevilikte tövbenin pek bir anlamı yoktur. Önemli olan suç işlememektir… İkrar meclisinde biz esas doğarız. İkrar verdiğimiz anda dede, baba size, herkes bu yükü taşıyamaz gel yol yakınken dön; girmeden iyice bak bu yol dikenli yokuşlu bir yoldur çıkamazsın; demirden leblebidir çiğneyemezsin, ateşten gömlektir giyemezsin, der… Mürşit, ‘-Ben seni senden aldım; tekrar seni sana verdim, var kendine mukayyet ol, sahip ol kendine’, der. Şimdi burada bir alış-verişten sonra yeniden bir doğuş gerçekleşiyor. İkinci kez dünyaya geliş var yani. Tertemizdir insan o anda. Bu ikinci doğuşu yaptıran rehberin ise senin manevi baban oluyor. Fakat anlamı öz-babadan ileridir. O rehberin eşi ise senin annen oluyor. Bunlara ahret annesi, ahret babası da deniyor. Kişinin kendisini bu kadar uzun süre bu kurallara uyarak yaşatması oldukça güçtür. O yüzden ikrardan mezara kadar olan süreye biz “sırat köprüsü” diyoruz. Yani bu köprüde çok dikkatli yürümek lazımdır. Aksi halde düşersin. İşte düştün mü de “düşkün” olursun. Eğer sağlığında bu köprüyü geçersen artık öbür dünyada olup olmadığını bilmediğiniz, sırat köprüsü diye, bir şey de önemini kaybeder. Mesela Yunus ne kadar güzel söylemiş, “Sırat kıldan ince derler ama / Gidip üstüne bina kurasım gelir.” Demek ki o kadar ince değil. Fakat bundan geçmek zordur.

Yukarda saydığım tüm aşamalar insanı gerçek bir insan yapmak içindir. Ben artık cemleri bir okul olarak nitelendiriyorum, bir ibadet yeri olarak değil. İrfan mektebi, cemler olsa gerektir. Eğitici, öğretici yeni kişiyi değil irfan mektebinde aşağı yukarı 18 sene okudum. Sonradan bizim mektep kapandı.”

Halk Ozanları

Sözünü sürdürsün ozanımız: “Gerek daha önceki yüzyıllarda yaşamışların gerekse günümüzdeki halk ozanlarının şiirlerini iyice okudum. En sevdiğim ozan Pir Sultan Abdal’dır. Pir Sultan Abdal’ı hiçbir ozanla kıyaslamak mümkün değildir. Pir Sultan öyle bir dönemde yaşamış ki, insan hayatı yöneticilerin iki dudaklarının arasında. O dönemin gerçeklerini yüksek sesle haykırması hatta ölümü bile hiçe sayarak bu yolda yürümesi, onu tüm ozanlardan ayırıyor. Zindanlarda bile “Açılın kapılar şaha gidelim”, diyor. Şiirleri de çok kuvvetli. Ben Pir Sultan aşığıyım, hayranıyım…

Diğer ozanlar içinde mertliğiyle tanıdığım Âşık Nesimi’yi de severim. Ozan, halkın gözü, halkın dili, halkın kulağıdır, … özetle ozanların işlevi budur.

Pir Sultan’ın çağrısı boşa gidiyor: “Gelin canlar bir olalım” İnsanlar bir olmazsa, o zaman o sözlerin bir anlamı da kalmıyor. Nerede bu birlik? Bir şeye daha değineceğim. Ben Arapça’ya karşıyım. Bizim Türkçe ne güne duruyor da Arapça kullanılıyor? Cemlerde Arapça Kuran okunmasına da karşıyım. Tüm konuşma ve dualar Türkçe olmalıdır. Dua cami hocasının yaptığından farksız olduktan sonra bu duayı ben ve diğer insanlar anlamadıktan sonra ne anlamı var bu dua okumanın? …”

Acı Anılar/Acı Gerçekler

“Elbette acı anılarım var. Bir tarihte Hacı Bektaşi Veli’yi anma törenlerinde Hüseyin Kaçıran isimli bir halk ozanıyla tanışmıştım. Adana’da Osmaniye’de oturuyormuş. Hacı Bektaş’a gelmiş. Onun şiiri çok kuvvetli fakat sazı yok. Geleneksel ozanlık yarışmasına katılacağını söyleyerek benim de gelmemi istedi. Yarışma da Kaçıran ikinci oldu. Kendisine bir plâket verdiler. O ise bir süre plâket verilen yerde durdu plâketi verenle konuştu. Çıkınca buluştuk. Niçin uzun süre orada kaldığını ve neyi konuştuğunu sorunca, kendisine pilaket yerine 2500 lira vermelerini istediğini söylemiş. Çünkü Osmaniye’ye gidecek parası yokmuş. Onlar ise kabul etmemişler.

Şimdi bazı sanatçılar ozanların şiirlerini okurken değişiklik yapmada herhangi bir sakınca görmüyorlar. Sezen Aksu’nun, Âşık Daimi’nin şiirinde yaptığı gibi: Son dörtlük tümüyle değişmiş. “Daimiyim her can ermez bu sırra / Gerçek kâmil olan erer o nura / Yusuf sabır ile vardı Mısır’a / Bu da gelir bu da geçer ağlama” orijinali buyken şu hale dönüştürüldü şiir:

“Daimiyim her can ermez bu sırra / Yusuf sabır ile vardı Mısır’a / Koyun olsam giderdim ardı sıra / Bu da gelir bu da geçer ağlama.” Daha buna benzer sayısız hata, yanlış…

Bunlar aslında bir trajedinin yansımaları. Başta ozanlar, şairler, yazarlar günümüz tüketici toplumunda kof, yoz ortamında birer meta olarak algılanıyor, onların ürünlerinin istenildiği gibi yağmalanabileceği, sömürülebileceği, satılabileceği, değiştirilebileceği gibi bir kanı çoktan yerleşmiş, genel kabul görmüş durumda.”

Son Söz-Son İkrar

-Aşk ile…

Tenimi toprağa vereli dört yıl oldu; toprak çoktan karnını doyurdu, tenim havaya, suya, ateşe ve toprağa dönüştü.

Haberiniz oluyor mu bilmiyorum ama canım gayb âleminde, -Beden! Beden! diye feryat edip durdu. Yeni bedenlere-tellere taşınamadığım için kavgam kesintiye uğradı.

Zâhir âlemde can gölgemde bir ömür sürdüm ben; yedim-içtim; kondum-göçtüm: Toprak çağırdı Hakk’a koştum.

İşte hepinizin huzurundayım: Dirileceğim soluğun-bakışın-telin sahipleri olarak sizleri görmeye, sizlere niyaza geldim.

Dört yıldır dâr’da bu anı bekliyorum. Beni daha fazla bedensiz-telsiz bırakmayın, bana acı çektirmeyin. Sırrımız ortada kalıp utancından kıvranmasın artık. Öyleyse dâr pirlerimiz adına soruyorum sizlere:

-Bana beden olup-tel olup Kızılbaşlık kavgamızı sürdürmek istiyor musunuz? İstiyor musunuz? İstiyor musunuz?

-Eyvallah sözlerinizi delil kabul ediyorum. Ulularımızın kavgasını sürdürmeyi sizlere bırakıyorum. Kavganız kutlu olsun diyorum. Gerçeğe Hû! Eyvallah!

Derviş Kemal Anması:

Hüseyin Fırtına sesiyle söze

 (Esat Korkmaz’a) ruhsat veriyor.

 

 

Bir cevap yazın