MANİFESTO–Esat KORKMAZ


Alevi kültürünün gelecek zamanını yaşıyoruz: Söyleyecek çok sözümüz olmalı. Felsefemize, öğretimize, inancımıza ve tarihimize ilgisizliğimiz suçluluğa dönüşmeden, isyan-sorgulama geleneğimizi güncelleyerek sıkıntılarımızı lokma yapıp, umutlarımızı evrenselleştirmek durumundayız.
Yabancılaşmaya dur diyecek bir çağrıya ihtiyacımız var: Dilerim bu Manifesto çağrıya ışık olur; ışık olur da kendimizle ve doğayla kucaklaşırız.

DOĞUŞTAN GELEN KAST SİSTEMİ
Ezidilik (1) denli çok aşamalı olmasa da Alevilikte iki aşamalı bir kast sistemi vardır: Bir tarafta, sıvı bilgi olarak algılanan kutsal kanın taşıyıcıları olan seçilmişler (dedeler-çelebiler), diğer tarafta ise seçilmişlere muhtaç seçilmemişler (talipler-müritler) konumlanmış durumdadır.
Özünde, bu bir örgütlenmedir: Bu örgütlenme hem bireyi hem toplumu hem de inancı kucaklar; doğal olarak bu örgütlenme tarihsel sürecinde, seçilmişlerin belirleyici olduğu ve haklarının kan güvencesine kavuşturulduğu bir ruhbanlığın yapılanmasına neden olmuştur. Seçilmişlerle seçilmemişler arasında geçiş olanaksızdır ve bu doğuştan gelen bir yazgıdır. Yapılanan kast sistemi kan bağıyla sonraki kuşaklara aktarılmaktadır. Kast sistemi gereği, topluluğa mensup her Alevi, doğduğu andan itibaren inançsal ve kültürel açıdan belirli sorumlulukları vardır ve bu sorumlulukları yerine getirmek durumundadır.

BİLGİ KANDAN ÖZGÜRDÜ
Ocaklı geleneğin ilk örgütlenme aşamasında, bilgi kandan özgür idi: Bilgi henüz kanı keşfetmemişti; sözel kültürün eğitim kanalları yaşama taşınarak bilgi üretiliyordu. Bu nedenle felsefeden, öğretiden bağımsız bir inanç örgütlenmesine gidilmedi; neden anlamında belirleyici duruma yükselen seçilmişleri (ruhbanları/ dedeleri-çelebileri), daha doğrusu seçilmişlerin kanını kucaklayan bir inanç örgütlenmesi yoktu, olamazdı da tam tersine, ruhbanlıktan (kandan) özgür, ayrım yapmadan Yol insanını, yani Yol insanının bilgisini kucaklayan, Yol-Erkân örgütlenmesi vardı. Bu aşamada ocak örgütlenmesi hem bir mücadele örgütü hem de bir okuldu; doğal olarak, birey-toplum bilincinin taşıyıcısı bir tolum-topluluk örgütlenmesi idi.

Sonraları bilgi-kan özdeşliğine taşınıldığı için, kan kutsallığı, Aleviliğin en büyük tehlikesi olup çıktı. Ocakların ilk oluşum aşamasında, kan bilgi taşımıyordu; kan, dışarıya karşı soy saflığını koruyan bir araçtı, ötesinde örgütlenme temeliydi. Yol bilgisi, sözel kültürün eğitim kanallarının işlevli olmasıyla elde edilen bir kazanım idi. Sözel kültürün kitabı hafıza idi ve hafıza kayıtları ezberlenerek yeni kuşaklara aktarılıyordu. Aktarılan bilgi, ritüellerle içselleştirilip taşınıyordu. Söylenceler bu eğitimi destekliyor idi; doğal olarak, kan-bilgi ilişkisi yoktu.

Soy olgusu, iki biçimde algılanmak gerekir: Birincisi, nesnel(bilimsel) soy zinciridir. Uzak uzak atadan kan izlenerek oluşturulan soy zinciridir. İkincisi ise gönül soy zinciridir; İslam’ın muhalefet hareketi geriye izlenerek taşınılan Ehlibeyt’ten başlayarak, gönül bilgisini taşıdığına inanılan kimliklerin arka arkaya sıralanmasıyla oluşur. Yol inancında bu gönül soy zinciridir, altın zincir olarak algılanır. Tasarımın mantığından da anlaşılacağı gibi bu soy zincirinin kanla bir ilgisi yoktur. Ne var ki Alevi Ocaklı geleneğinde, nesnel soy zinciri silindiği için, gönül soy zinciri, kan belirleyici nesnel soy zincirinin yerine geçmekte ve ciddi bir bilgi kirlenmesine yol açmaktadır. Bu bağlamda, Evladı Resul, kan evladı değil, gönül evladı ya da yol evladı olarak algılanmak durumundadır.

ALEVİLİK KİTAPLI MI? YOKSA KİTAPSIZ MI?
Burada hafıza konusuna bir açıklık getirelim ve son dönemde ortaya atılan bir yanlışa da tanı koyalım: Alevilik kitaplı bir kültür mü? Yoksa kitapsız bir kültür mü? Öncelikle belirtelim: İki kültür, iki kitap vardır; yazılı metinlerden oluşan yapıt anlamında yazılı kültürün kitabı ve ezberlenecek bilgilerin kayıt edildiği hafıza anlamında sözel kültürün kitabı.

Yasaklı sözel kültürde hafıza kayıtları, yazıya dökülmezdi; çünkü yazı, düşmana sunulmuş bir ihbar mektubu olarak algılanırdı. Son günlerde kimileri, cambazlık yaparak Alevilere bir kitap buldu: Adı Kudret, “… Aleviliğin kutsal kitabının adı da ‘Kudret’tir… Ne yazık ki Aleviliğin kutsal kitabı ‘Kudret’ten günümüze hiçbir yazılı eser kalmamıştır…” (2)

Kudret kitabına ben hiçbir kaynakta rastlamadım aslında rastlayamazdım da çünkü sözel yoldan gelen yasaklı kültürlerde, yazılı kültürün kitabı gibi bir yapıt olamazdı. Kutsal söylencelerde Kudret kitabından değil, kudret kandilinden söz edilir: Kudret kandili bir kitap değil, bir metafordur (mecazdır).
Metafizik belirleyici düşüncede bu metafor, var olduğuna inanılan metafizik Tanrı’nın hafızasını simgeler. Bâtınî felsefe ölçü alındığında ise hiçliğin (bâtının/karanlığın/görünüşe taşınmamış gizil nesnelliğin), doğum ürünü aydınlığın hafızasını betimler.

ALEVİ TARİHİNİ KURTARMAK
Alevi tarihi toprağımın en gerçekçi siyaseti-politikasıdır. Bu gerçekçi politika-siyaset yasaklı yoldan taşınmıştır. Resmi tarihin sınırlarının dışına taşınmadan, oradaki tarih güncellenmeden yasaklı olan Alevi tarihi kurtarılamaz. Bu gerçeğin bir yanıdır: Diğer yanı ise “Geçmiş bugünden kurtarılmalıdır” (3): Her iki anlayışı birlikte düşündüğümüzde tarihi kurtarmak için, resmi tarihin dışına taşınıp oradaki tarihi güncellemek, daha sonra da güncellediğimiz tarihi, bugünün saldırısından korumak gerektiği anlaşılır.

Tarihine dönemeyenler insanı, günlük yaşamın içinde, onu gözlemleyerek tanımaya çalışırlar. Böylesi durumlarda genellikle bilgi ile görüntü birbirine karıştırılır. Çünkü gerçeklik dediğimiz şey, kimi kez önümüzde somut olarak dursa da çıplak gözle kavranamayacak denli karmaşıktır. (4)

GERİYE DÖNÜŞ TAPIMI
Demek ki Aleviliğin, doğumundan günümüze yaşanmış bir yasaklı tarihi vardır. Bir de geriye dönüş tapımı gereği İslâm’ın muhalefetinin içine taşındığında sahiplendiği, bir yasaklı tarihi vardır. Bu ikili yasaklı tarih anlaşılmadan, Alevi tarihi sağlıklı olarak bilince taşınamaz.

XI.-XII. yüzyıllarda Anadolu’da yapılanıp biçimlenmeye başlayan Anadolu Aleviliği, geriye dönüş tapımı gereği, İslâm’ın doğuş koşullarına taşınırken, İslâm’ın Ortodoks değerlerini ve kimliklerini kaynakta kurutmak için tapım konusu inanç kaynaklarını yaratır. Bu gerçeklik nedeniyle Alevilikte, nesnel kaynaklarla inanç kaynakları genelde aynı yerde/coğrafyada bulunmaz.

Anadolu Aleviliğinde geriye dönüş, kalın çizgileriyle yapılanma sürecinde Babai Hareketiyle başlar ve Şah Hatayi dönemiyle tamamlanır. Geriye dönüş, Anadolu Aleviliğinin kaynak kültürlerinde, atalar tapımı olarak önemli bir işlevselliğe sahipti. Önemi nedeniyle bu tapım değerleri, Anadolu Aleviliğine taşınmıştır. (5)

BİLGİ KANLA DEĞİL, KERAMETLE ÖLÇÜLÜYORDU
Kâmil insanın kâmil olma durumu, kanla değil, kerametle ölçülüyordu: Alevilikte gerçek yaşamın kendisinde ya da nesnel süreçte mucize yoktur; yani keramet burada yaşama geçmez, kerametin yeri söylence zeminidir. Daha doğrusu bâtınî anlamda keramet, akıl yürütme yoluyla akıl dışına taşınılarak, yani akıl/ mantık engellerinin bulunmadığı bir ortama gidilerek, özlemlerin ve dileklerin, toplumsal yükümlülük üstlenmiş kimlikler aracılığıyla dışa vurumudur. Toplumsal yükümlülük üstlenmiş kimlik, temsil ettiği insanların temsil gücüyle (temsil ettiği güç kendi birey gücünün çok üzerinde olduğundan bu ancak kerametle dışa vurabilir ve bu dışa vuruma masalsı dil uygundur) söylence zeminine aktarılır. (6)

Felsefi düzlemde kerameti bir metafor (7) olarak algılamak gerekir: Keramet metaforu, metafizik zeminde, varlığına inanılan Tanrı’nın gücünü pekiştiren bir eylemdir. Bâtınîlikte ise bu metafor, velinin yetişmişliğini ve halkın gücünü kanıtlama temellidir: Bir velinin keramet gösterebilmesi için toplumsal bir yükümlülüğün parçası olması, yani kendi dışında toplumsal özlemin-çıkarın savunucusu olması zorunludur. Bu durumda, çıkarını-özlemini savunduğu insanların toplam gücü kadar bir gücün taşıyıcısı olacaktır. Bu gücün nelere kadir olduğunun kanıtlanması için veli, söylencesel kurguda, insanüstü-olağanüstü eylemleriyle öne çıkar. Kan burada bir işleve sahip değildir.

SONRALARI NE OLDU?
Yaşanan yabancılaşmaya koşut, tarih, kutsalın tekrara dayanan diyalektiğine kilitlendi, tekrarın mantığı mührünü vurunca tarih, baştan yazıldı ve bitti: Bu nedenle, baştan yazılıp bitmiş bu tarih, sürekli tekrarlanmaya başladı; yerinde sayma ilerleme olarak algılandı, tarih bilinci üretilemedi, böylece bu tarih geleceği üretmekten muaf oldu.

Geriye dönüşümlü olarak kurgulanan bu tarih, başlangıç ile sabitlenen şimdi arasında git-gele indirgenmiş durumda; gelecek olana değil, geçmişe öykünen bir tarih. Bu tarih, Alevilere selamet getirmeyecektir bunu bilelim; çünkü bu tarih, Alevilerin kendileri tarafından kendileri aleyhine yapılandırdıkları bir tarihtir ya da kendileri tarafından kendilerine kurulan bir tuzaktır.

BİLGİ-KANLA BULUŞTU
BÜTÜN DOĞRULAR TERSİNE DÖNDÜ

Geleceği üretmekten aciz kolektif algı, kanı bilgiyle ilişki içine sokarak tekrara kilitlenen bu tarihi, bu tarih içinde kendini güvenceye almak eğilimine girdi. Söylencesel anlatım, bu anlayışı kutsayacak biçimde içerik kazandı. Şimdi bu içeriği, geleneksel söylencesel kayıtları da dikkate alarak yorumlamaya çalışalım:

Allah, bâtından görünüşe nur biçiminde taşındı. Nur hem Allah hem de Allah’ın bilgisi idi. Allah’ın nurundan, yani bilgisinden ilk nasiplenen Ehlibeyt oldu: Bu nedenle Ehlibeyt, varlıkların tümünden daha kutsaldır.

Aslında Allah nuru(bilgisi), iki parçadan oluşmaktadır; nübüvvet nuru (bilgisi) ve velâyet nuru (bilgisi). Bâtında, nübüvvet nuru (bilgisi) Muhammet olanağı, velâyet nuru (bilgisi) Ali olanağı durumundadır; dolayısıyla birlikte düşünüldüğünde bu nur (bilgi), Muhammet-Ali nuru(bilgisi) adını alır; inanca göre kudret kandilinde balkıyıp duran işte bu nurdur (bilgidir); bu nur (bilgi), yabancılaşmayı onaylayan söylencenin kaynak metaforudur.

Muhammet-Ali dünyaya gelinceye değin, bu nur (bilgi), peygamberler aracılığıyla taşındı. Abdülmuttalip’e kadar bu nur (bilgi), tek bir bütün olarak geldi: Daha sonra ikiye ayrıldı, nübüvvet nuru (bilgisi) Abdullah’a, velâyet nuru (bilgisi) Ebu Talib’e geçti; izleyen süreçte, parçalardan nübüvvet nuru (bilgisi) Muhammed’de, velâyet nuru (bilgisi) Ali’de kemalini buldu.

Ali ile Fatma evlenince bu iki nur (bilgi) parçası tekrar birleşti ve sırasıyla bir imamdan diğerine aktarıldı. 12. İmam’ın gaibe çekilmesiyle Ehlibeyt nurunun (bilgisinin), insanlarda temsil ve tecellisi son bulmuş oldu.

Anlaşılacağı gibi Alevilikte tekrara kilitlenen kutsal tarih, Allah’ın Ehlibeyt’e nurunu (bilgisini) aktarmasıyla başladı ve 12. İmam’ın gaibe çekilmesiyle bitti; süreç gereği bilgilenme süreci de sonlandı. Allah bilgisi, kanın parçası durumuna geldi ve genlere taşındı; bu bilgiye hiçbir biçimde yeni bir bilgi eklenemeyecekti; açıktır ki bilgi, eğitim ve öğrenme yoluyla kazanılamayacaktı. Seçilmişlerin yani dedelerin-çelebilerin eğitime ihtiyaçları yoktu.

Yabancılaşma bu boyutuyla içselleştirildiğinde bugün Alevilik, eğitim ve akıl düşmanıdır; çünkü Yol’un bilgisi, yani felsefesi, öğretisi ve inancı genetik yoldan taşınmaktadır.

Yabancılaşma koşutunda ocaklı gelenek, okul olma durumundan uzaklaşmış, kast sistemi temelinde, eğitime düşmanlıkla belirgin bir inanç örgütlenmesine dönüşmüştür. Bu yapı tersine dönüştürülemezse eğer, ocaklı geleneğin taşıyıcısı ocakzadeler, Aleviliği altın tepside, şeriatçı inanca teslim edeceklerdir bu kesin.

BİLGİNİN KANDAN ÖZGÜRLEŞMESİ VE HAKİKATÇİ ALEVİLİK

Alevilik tarihinde bu yabancılaşmaya bir başkaldırı olmuş mudur? sorusunu olumlu yanıtlamak durumundayız: Bu başkaldırının sahibi Hakikatçi Aleviliktir.

Hakikatçi Aleviliğin coğrafyası olarak tanımlayabileceğimiz bölge, gövdesi Maraş, ana kolları Sivas-Malatya olmak üzere, Binboğa-Nurhak-Engizek ve Nemrut dağ sıralarını içine alan İç Toroslardır. Konuya ilişkin Mehmet Bayrak’ın makalesi, Mehmet Kömür’ün yazdığı Haydarî Divanı’na alınmıştır: Makalede, Hakikatçi Aleviliğin inanç ve kültür kaynakları hakkında geniş bilgi verilmesine karşın, kan-bilgi ilişkisine yönelik tek satır bile yok. Mehmet Bayrak’ı yakından tanıdığım için, bir art niyet görmüyorum, konunun önemini algılayamamış diye düşünüyorum. (8)

1800’lerin ortalarından başlayarak bölgede filiz veren Hakikatçi Alevilik, kandan özgürleşme hareketini yaşama taşımış, tekrardan özgürleşen akıl yürümeye başlamış, Alevi müziğinin ve edebiyatının yaratılmasında, önemli işlevler üstlenmiştir.

Terim olarak Alevilik öne alınınca, Alevilik-Bektaşilik-Bedreddinilik üçlemesi-nin son iki halkası perdelenmiş; Hakikatçi Alevilik ise tümüyle görünmez kılınmıştır. Gelişmeye koşut, İç Toroslardaki ocaklar da yapılarındaki gelenek temelli Hakikatçi Alevilik algılarını silmişlerdir.

Hakikatçi Alevilikte, her şeyden önce kan kutsallığına tavır almış, taşıyıcı-sözcü kimlikler, kendilerini Dede olarak değil, Bektaşi olarak tanımlamışlardır: Kan kutsallığından bilgi kutsallığına atlamışlar; kan örgütlenmesini değil, insancıl bir çizgide toplumsal örgütlenmeyi, yani ütopyayı yeryüzünde kurmaya yönelik örgütlenmeyi yüceltmişlerdir. Kendilerini Bektaşi/ Hakikatçi Derviş-Hakikatçi Baba olarak tanımlamakla birlikte, tarikat olarak Bektaşiliğe de girmemişler; arafta kalarak hem Aleviliği hem de kan kutsallığı dışında kalmakla birlikte yabancılaşmış Bektaşiliği, terbiye etmek gibi bir yükümlülük altına taşımışlardır kendilerini; her şeyden öte, bugüne musallat olan umutsuzlukla ilişkilerini öne alıp umudu doğuma hazırlamaya girişmişlerdir. Melûlî Baba, çarpıcı bir örnektir. İfade etme açısından en özgün tavır, Âşık Mahsunî Baba’dan gelmiştir. Kendi anlatımından dinleyelim:

“…Hocam, izin verirseniz ben zincir hazırlamak istiyorum bu konuya… Ben anlıyorum ki Alevilik, İslâm’ın katı ve kuralcı yollarını kıran, totaliter baskılarını yok eden, insana dönüştüren, malzemeyi insan kabul eden en ılık, en çağdaş bir görünümdür. Ancak yüzyıllar sonra da Aleviliğin o ütopik, efsanevi yapısını kıran Bektaşiliktir. Yani Aleviliğin de saçma yönlerine hayır diyebilen, Aleviliğe ait olmayan, Alevilik gibi gösterilen bütün umdelerine rest çeken, çok çağdaş bir-siz daha iyi biliyorsunuz ki-12.yüzyılda Hacı Bektaş Veli, Anadolu’ya sızmıştır. ‘Biz malzemesi insan olmayan hiçbir inanca mecbur değiliz’ kanıtını bize vermiştir. Ben, konuyu kaybetmeden, Hacı Bektaş Veli’nin Anadolu’ya yaptığı üretimden yola çıkarak diyorum ki: Bektaşilik bir Alevi Rönesansı, bir Alevilik Devrimidir. Yani babadan oğula akan bir genetik yol değildir…” (9)

Geçmişte ocaklar okuldu; belden gitme değil, yoldan gitme destur kabul edilerek Dört Kapı Kırk Makam adlı eğitim programı, adına öğretmen dediğimiz dede-baba, rehber vb., önderliğinde, adına okul dediğimiz mekânlarda öğretilerek Alevilik güncelleniyordu. Bilgi kutsallığı kuşatıcılığında inanç, neden olmaktan çıkıp sonuca bağlanıyordu. Ve inanç, doğanın aklını/ insanın aklını karşılamak, onunla kucaklaşabilmek, onu onaylamak için örgütleniyordu, Cehennem’den sakınmak, Cennet’e gitmek için değildi.

Bugün ise ne yazık ki bilgi kutsallığından kan kutsallığına geriye dönüş yapılmış ve bâtınî felsefe-bâtınî tasavvuf ötelenmiş, şeriatçı inançlara kapı aralanmıştır. Bu olumsuz sürece direnemezsek acı ama gerçek, hızla yabancılaşacağız. Yapılacak şey açıktır: Zaman yitirmeden Hakikatçi Aleviliği güncellemek, kabaran sel durumuna dönüşen yabancılaşmaya dur demektir.

KAYNAKÇA
(1) Ezidilikte kast sistemi öncelikle Çift İsimliler ve Tek İsimliler olarak ikiye ayrılır. Çift İsimliler kendi içinde Mirler/Emirler, Şeyhler, Pirler olarak sıralanır. Tek İsimliler ise yine kendi içinde Kavallar (Qewallar/ Qewwallar), Fakirler (Fegîrler), Koçekler (Qoçekler) ve Müritler biçimde sıralanır. Kastlar arasında geçiş yoktur. (Korkmaz, Esat; Ezidiler/ Melek Tavus’un Talihsiz Halkı/ Kırmızı Ezid’in Kuzuları; Anahtar Kitaplar Yayınevi, İstanbul- 2015, s, 193-213 arası)

(2) Ataş, Ali Ekber; Alevilik Din Öğretisi Değil, Bir Felsefedir/ Cumhuriyet, 2 Temmuz, 2020, s, 8

(3) Dellaloğlu Besim-Odman Aslı-Yardımcı Sibel; Walter Benjmin’le Olağaüstü Haller, Cogito; Yapı Kredi Yayınları, Üç Aylık Düşünce Dergisi; Sayı: 52; Güz 2007; s, 24-25

(4) “Tarih, asla gerçekliğin kendiliğinden gelip de içine yansıyacağı veya hemen kendini göstereceği bir ayna değildir. Tarih hiçbir yerde önceden yazılı değildir; satırların arasında gizlenen ve açığa çıkarmanın ya da göstermenin yeterli olacağı bir gerçek değildir; tarih şeylerin içine kazınmış ve sadece aynen anlatmanın yeterli olacağı bir seyir, bir bakış da değildir: Tarih, kelimelerden oluşan bir meseledir. Onu kaydeden, yani onu üreten tarihçinin dışında mevcut değildir. Her tarih bir kurgudur…. En yakın tarihimiz bile tıpatıp ayni biçimde, önceden üretilmiş şemalardan, yapısal modellerden, mitlerden hareketle yazılmıştır, yazılmaktadır…” (Dumézil Georges; Mit ve Destan I/ Hint-Avrupa Halklarının Destanlarında Üç İşlev İdeolojisi-Çev.: Ali Berktay-; Yapı Kredi Yayınları, İstanbul- 2012; s, 18-19; Giriş/ Üç Varmış Üç Yokmuş-Joel H. Grisward-)

(5) Korkmaz, Esat; Bütün Yönleriyle Alevilik, Demos Yayınları, İstanbul- 2015, s, 205-208 arası

(6) Korkmaz, Esat; Alevilik-Bektaşilik Terimleri Sözlüğü; Anahtar Kitaplar Yayınevi, Beşinci Baskı, İstanbul- 2016, s, 393-394

(7) Türkçeye Fransızcadan geçen metafor kelimesinin kökeni Yunancadır. Aktarma ve taşıma anlamına gelen Yunanca ‘metaphora’ kelimesinden gelmektedir. Türk Dil Kurumu sözlüğünde metafor kelimesinin anlamı mecaz olarak açıklanmaktadır.

(8) Kömür, Mehmet; Haydarî Divanı/ Hayatı-Yaşam Felsefesi-Şiirleri; Demos Yayınları, İstanbul- 2010, s, 53-81 arası

(9) Radyo Ekin’de, 10 Ocak 1999 günü yapılan söyleşiden; program sahibi Nejat Birdoğan, Mahsunî konuk…

Bir cevap yazın