Genel

LOKMAN PERENDE VE ALEVİLİĞİN TARİHSEL BELGESİ ŞECERELERDE Kİ ROLÜ–İbrahim ERGİN


Lokman Perende Aleviliğin ortak belleğinde yer eden önemli aktörlerden birisidir. Özellikle bu ismi Ahmet Yesevinin baş halifesi, Hünkar Hace Bektaş Velinin de öğretmeni olarak görüyoruz. Tarihsel olarak birbirlerini görmeleri imkansız bir tarihde yaşamalarına rağmen; Osmanlının siyasi kurnazlığı ile 1167 de hakka yürüyen Ahmet Yeseviyi mürşid yapıp 1209 yılında doğan Hünkarla buluşturmuş, Lokman Perendeyi hocası yapmıştır. Bu kurnazlık 600 yıl boyunca sürmüş ve aleviler bu yalana inanmışlardır. Gerçekte öyle olmuş olsa idi Ahmet Yesvevi Hünkâr’ın piriyse, neden Alevi-Bektaşi cem törenlerinde Ahmet Yesevi’yi temsil eden bir post veya hizmet yoktur? Aynı şekilde Lokman Perende şahsında da bu sogulamayı yapmak lazım. Bu aktörlerin Aleviliğin öğretisinde erkanlarında gülbanklarında olmaması en önemlisi anadoluda veya horasan bölgesinde bu şahısların ocakları dahi yok. Olmadığına göre Aleviliğin öz dinamiklerinde karşılığı da yoktur.

Lokman Perende velayetnameye göre sünni şeriatı tam anlamıyla uygulayan öğreten hocalar yetiştiren önemli aktör olarak verilmiştir. Lokman Perendenin önemli bir alevi ocağının kurucusu ve Piri- Piran yani pirlerin piri olarak anıldığını, Ebu Vefanın dip torunu olduğunu ve secerelere de geçtiğini biliyormuyuz.?

Burada ki çelişkileri ve tarihsel olarak sıralayalım;
-Ebu Vefa 11 yy da yaşamış 1107 yıllarında hakka yürümüş bir insan evlenmiş ama çocuğu hiç olmamış kısır birisidir. Irak dolaylarında yaşamış, dailik yapmış, öğrenci yetiştirmiş, yetiştirdiği öğrencilerine tören düzenleyerek kemer best bağlamış mezun etmiş yaşadığı coğrafyalara bu öğrenciler göndermiş ocaklarını açmış. Yol bir sürek bin bir misali aldıkları eğitimi gittiği bölgenin yapısına göre uygulamışlardır. Ebu Vefanın bel evladı değil yol evlatları vefaiye nin çizgisini sürdürmüştür.
Ebu Vefa Irak dolaylarında Lokman Perende Türkistan bölgesinde; çocuğu olmayan birinin nasıl dip torunu oluyor.?

Ebu Vefa kadınlı erkekli toplantılar düzenleyen, sultanların ve yobazların hücumuna uğrayan biri iken; Lokman Perende şeriatı hayatına uygulayan bu doğrultuda öğrenci ve hoca yetiştiren Nakşibendi tarikatının kurucusu Ahmet Yesevinin halifesi nasıl oluyor da Ebu Vefa ile akrabalık ilişkisi ve inançsal bir yakınlık kuruluyor.

Alevi kızılbaş ocakların secerelerinde yer alabiliyor. Soruyorum Lokman Perende yi temsil eden bir post var mı? Gülbanklarda geçiyor mu? Anadolu da Lokman perendeye ait ocak ve talipleri, dedeleri varmıdır.?

Şecereler de ilk girişte geçen Ahzap 33 ile başlayıp Maide 55 ile devam eden ‘’Sizin asıl dostunuz allahtır onun resulüdür ve namazlarını kılan zekatlarını veren rükü eden müminlerdir. Bu ayeti yerine getiren dede pirlerimiz mevcut mudur. Veya onaylıyorlar mıdır?

Sonuç olarak Şecerelerde ki tarihsel kişilikleri incelediğimizde tutarsız olduğu kadarıyla tarihte yaşamamış isimlerin başına şeyh, şıh, seyyid, hacı ve hâce gibi ünvanlar gelişigüzel serpiştirilmiş, uydurulmuş isimlerinde şecere zincirinin kopmaması için yazıldığı bazılarında görülmektedir. Bunların tasnif ve kontrollerinin Seyyid ve şerifleri tespit etmek ve bunlara siyâdet hücceti düzenlemek, seyyid olmadıkları hâlde bu kuruma mensup olanlara tanınan bir takım haklardan yararlanabilmek için sahte belge hazırlayanları ortaya çıkarıp bunların hüccetlerini iptal etmek Nakîbü’l-Eşrâflar’ın başlıca görevleri arasındaydı. Seyyidlerin şecere tespitleri yapıldıktan sonra isimleri, siyâdet veya şerâfet silsileleri, çocukları, ahvâl, ahlâk ve ikametgâhları Nakîbü’l-Eşrâf tarafından Şecere-i Tayyibe denilen kayıt defterlerine kaydedilmekteydi. Nakîbü’l-Eşrâflar’ın tuttuğu kendi dönemine ait sâdât defterleri sayesinde de, şeceresi bulunmayan veya her hangi bir sebeple kaybedenler ya İstanbul’a ya da Nakîbü’l- Eşrâf Kaymakamları’na müracaat ederek siyâdetlerini ispat edebilmekteydiler. Bu mekanızmanın kalkmasından sonra şecerelerde ki ekleme çıkarma ,tarih atma, bu şecereye tanıklık etmek ve sahtelik gibi pratiklerde ortadan kalkmıştır.

Aleviliğin tarihsel belgesi olan şecerelerin tarihsel kökenimize sosyolojik olarak çok büyük malzemeler çıkarttığı aşikardır. Bu önemli belgeleri taşıyan kıymetli dedelerimizin günümüz Türkçesine çevrilmiş şecerelerin içeriğini bilimsel çevreler ile birlikte incelenmeli içeriğinde ki Aleviliğin kimlerin omuzlarında yürüdüğünü öğretiyi, felsefesini, erkanlarının taşındığı coğrafya taranmalıdır. İçeriğinde ki kişiler incelenmeli yaşamış mı yaşamamış mı, tarihsel olarak araştırılmalı aralarındaki akrabalık bağı kanıtlanmalıdır. Aşk ile canlar.

 

SIRRIN GÜNAHI ÖLÜM–Esat KORKMAZ

Sırrın günahını açıklayanlar Tanrı, İsa, Hallac-ı Mansur ve Nesimi’dir. Tanrı, kendine âşık olarak ilk günahı işledi: Günahı işlerken kendini ikiye ayırdı; bir yarısını dişi, diğer yarısını erkek yaptı; kendi kendisiyle sevişti, bize gebe kaldı. -Bizler günahın çocuklarıyız, derken bunu anlatmak isteriz.

Sırrı açıklamak bedel ister; Tanrı da bu bedeli öder, metafizik dondaki varlığına son verir, yani öldürür. Öldürür öldürmez kendini olanaksız hiçlikten olanaklı (doğuran) hiçliğe taşır; bundan sonraki yaşamını artık Hak olarak sürdürecektir.

İsa, -Ben Tanrı’nın oğluyum, diyerek sırrı açıklar: Açıkladığı sırrın günahının bedeli olarak da kendini kurban eder. Hallac-ı Mansur, -Enel Hak, diyerek sırrın günahını açıklar, bedeli anlamında vücudu parçalara ayrılarak katledilir. Nesimi Hallac-ı Mansur geleneğini sürdürür, sırın günahını açıklar, bedeli anlamında derisi yüzülerek öldürülür.

Hz. İsa’nın dışa vurduğu sır, Tanrı’nın oğlu olduğunu söylemesidir; Hallac-ı Mansur’un ve Seyyid Nesîmî’nin Enel-Hak formülü Hz. İsa’nın Tanrı oğlu olması savının İslam coğrafyasında, bâtınî zemine uyarlanmış seçenek anlatımından başka bir şey değildir.

Sır Gülbangı
-Aşk ile…
Ahiret gelip Dünya’nın üzerine konduğu için hem Cennet hem de Cehennem iptal oldu. Ezenlerin Öte-Dünya’ya havale ettiği sır, bu iptalle açığa çıktı ve bizi yönetenler için tehlike oluşturan sırrı günahına dönüştü. Sırrın günahını açıklamak bir Yol zorunluluğu durumuna geldiği için de sırrı açıklamama andı yürürlükten kalktı.

Artık doğru düşünmek-doğru konuşmak-doğru davranmak üçlemesine binmek; üç firarın, öte-dünyadan firar etmek yükümünü yaşama taşımak, Ahirete gönderilip sır edilen bu-dünya eşitsizliklerini haykırmak, kendilerini yargılayacak mahkemeyi zalimlere göstermek, anımsamayı sırtımızda taşımak zamanı gelmiştir.


Yol’a hizmetli olmak, bu-dünya eşitsizliklerini, acı çekenlerle taraf olarak taşımak, hesabı bu-dünyada göreceğiz haberiniz olsun, demektir. Geçmişin geleceği biziz, bizim geleceğimiz neden olmasın, diye bağırmaktır; zaman zaten bize koşuyor, önemli olan geleceği kovalamak değil mi? diye sormaktır. Boşuna söylememiş pirlerimiz, -Yaşamı anlamak için geriye dön, yaşamak için ise geleceğe bak; gelecekte yaşamak için yaşarken öl diril, diye.
Gerçeğe Hû! Eyvallah…

AYNA ANNENİN VE YOL’UN GÖZÜ–Esat KORKMAZ

Sûfi gelenekte ayna, simgesel anlamda, Tanrı’yı-Hakk’ı kusursuz biçimde yansıttığına inanılan ve küçük âlem olarak algılanan insanı-insanın gönlünü betimler; ötesinde, dişil (anne) ilkedir ve hem bebeğin-çocuğun hem de Yol insanının, kendini yapılandırma-eğitme aracıdır.

Bu nedenle bebek-çocuk annenin ayna olarak algılanan gözlerine, Yol insanı ise öğretmen olarak algılanan aynaya baktığında, yansıması dışında bir gözleyenin bulunduğunu algılar; algı oluşmuyorsa eğer, bebekte-çocukta benlik gelişmemiş, Yol insanı yaşarken ölmüş demektir, yaşayan ölüdür artık o.

Masallarda çoğunluk ayna çıkar karşımıza; masallarla ayna, çocukların dünyasına sızıverir; çocukta benlik gelişmesi, tıpkı Yol insanında olduğu gibi, aynada kendini seyretmesiyle başlar.

Büyüklere gelince ayna, örtmeye çalıştığımız şeyleri, çekinmeden açığa vuran bir nesnedir: Kendi gerçeğini görmeme konusunda ısrar edenlere o, gerçeği yüzlerine çarpar. Bu nedenle gerçekler, aynadan okunur; içsel ağrılar aynadan öğrenilir, bu durumuyla ayna bir metafor kutusudur ya da değişimi rahminde taşıyan bir su (Mani’nin aynası).

Anne gözü bebeğin, aynadaki bakış Yol insanının, ilk aynasıdır: Demek ki bebekte kurucu öge annenin bakışı, Yol insanında ilk öğretmen aynadaki bakıştır; bebek, annesinin gözlerinde yansıyan görüntüsünden, annesinin kendisini nasıl gördüğünü izler; Yol insanı ise aynadaki bakıştan bâtınî yanını gözlemeye çalışır. Bu yolla bebek-çocuk, başkalarının gözlerinde benzer izlerin peşine düşer; o gözlerde olumlu ya da olumsuz bakışı arar; arama çabası zorunluluk olmaya başladığında ise her bakış onu ya yıkar ya da kurar.

Benzer biçimde Yol insanı da aynadaki yansıması dışında kendini izleyeni izler ve izleyenin bakışında-gözlerinde, umudu ve umutsuzluğu yakalamaya çalışır; bakışın izinde kendini eğitir, eğitim ete-kemiğe bürünmeye başladığında, kendini yıkar ya da yeniden kurar.

EZİDİ SOYKIRIMI VE 73’ÜNCÜ FERMAN–Esat KORKMAZ

Türkiye’nin resmi hafızası vicdansız: Bu vicdana başkaldırıp toplumsal vicdanla buluştuğumuzda, Ezidi kültürüyle ilişkilerimiz olağanlaşacak, ortak geleceğimiz güvence altına alınacaktır.

Gönül evinden bize seslenen vicdanımızı rehber edinerek yürüyelim: Mutsuzluğu ve olanaksızlığı yabancılaşmanın batağından kurtaralım; olanaksızlığımız-mutsuzluğumuz gebe kalsın; doğan çocuğun, yani olanağın ve mutluluğun hafızasını okuyalım, bize koşan gelecekle kucaklaşalım.

Ezidiler, önsüz-sonsuz İyi’ye ve önsüz-sonsuz Kötü’ye, yani, tektanrıcı dinlerin metafizik Tanrı’sına ve Şeytan’ına karşı, doğa kadar iyi-doğa kadar kötü Melek Tavus’u tasarımlamakla diyalektik düşünmenin yolunu açtılar bize. Yaşadığımız coğrafyada, haklarında çok şey yazılan ama bir o kadar da az şey bilinen cemaatlerden biridir Ezidiler. Eldeki bilgiler çoğunluk olumsuz içerikler taşır: Şeytan’a tapan, askere gitmeyen, vergi vermeyen eşkiyalardır onlar. (1)

Üç ilke, Beş Farz, Üç Büyük Günah ile yaşama tutunan; ahret kardeşliğiyle acıları ve mutluluğu paylaşma temelli bir örgütlenmeye giden; kirvelikle kendilerini kuşatan düşmanlarıyla birlikte yaşama olanağını üreten ateşin sahibi Ezidileri ya da Kırmızı Ezid’in Kuzularını bu acılı günlerinde, selamlayalım, istedik.

Ezidilere Yönelik Kültürel Irkçılık

Ezidilere yönelik kültürel ırkçılık kapsamında sayısız soykırım yapılmıştır: Bu soykırım uygulamalarının bir kısmını Araplar, bir kısmını Türkler, bir kısmını da kendilerine de soykırım uygulanan Kürtler yapmıştır. Ne acıdır ki kimi Ezidi aşiretlerinin, ihanet eden ya da hain konumuna taşınan kimi Ezidilerin elinde de Ezidi kanı vardır. Atalarının elindeki Ezidi kanından rahatsızlık duyup özür dileyen Ahmet Türk bir ilki başlatmış görünüyor: “En son Musul’da Yezidilere karşı gerçekleşen saldırıda yüzlerce Yezidi yaşamını yitirmişti. Bu saldırı bizce Yezidilere yapılan 73. Soykırımdır. Çok üzgünüm ki dedelerimizin ve atalarımızın da elinde Yezidi kanı var. Dedelerimizin ve atalarımızın geçmişteki hatalarından dolayı yüzümüzdeki leke duruyor ve hepimiz damgalıyız. Geçmişteki hatalardan dolayı tüm Yezidilerden özür diliyoruz.” (2)

Şengal Katliamının 7. Yıldönümünde (3 Ağustos 2014) HDP Batman Milletvekili Feleknas Uca vicdanlara sesleniyor, kulak verelim lütfen: “Tüm dünyanın gözü önünde ve barbarca, Ezidilere katliam yapıldı… Katliama karşı tüm dünya kör, sağır ve dilsiz kaldı. Yapılan katliamın hesabının sorulmadığını belirten Uca, herkesin Ezidilerin sesine ses olması gerektiğini ifade etti.” (3)

Irak’ın Musul kentine Haziran 2014’te saldırarak kenti ele geçiren IŞİD, ağustos ayında da Ezidilerin yaşadığı Şengal’e saldırdı. Binlerce insan katledildi, kadınlar kaçırılarak köle pazarlarında satıldı, yüzbinlerce kişi göçe maruz bırakıldı. Ezidilerin 73’üncü Ferman olarak adlandırdıkları Ezidi Katliamı, 7. Yıldönümüne girdi.

2012’den bu yana, bir devlet dini olarak doğan ve yapılanan İslâmiyetin başlangıçtaki özgün yapısına dönme çağrısı altında toplanan, Kuran ve hadis dışında hiçbir ölçüt tanımayan, dinsel zemine taşınan geleneksel ve kültürel girdileri Tanrı’ya ortak koşma olarak algılayıp inkâr eden Selefi Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) Araba, Kürde, Türke, özellikle Ezidilere kültürel ırkçılık uyguluyor bugün. Kesiyor, yakıyor, para edecek olan Ezidi kadınlarını köle olarak satıyor. Bütün bunlar teknolojinin bir köye dönüştürdüğü dünyamızda oluyor ve hiçbir güç önüne geçemiyor: Vicdanlar isyanda. (4)

KAYNAKÇA

(1) Osmanlı ve İngiliz Arşiv Belgelerinde Yezidiler-Yayına Hazırlayan: Amed Gökçen-; İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul- 2012; (Y)Ezidilere İlişkin Kısa Bir Not; s, 7-8; Korkmaz, Esat; Ezidiler, Melek Tavus’un Talihsiz Halkı/ Kırmızı Ezid’in Kuzuları; Anahtar Kitaplar Yayınevi, İstanbul- 2015, s, 10-11

(2) Yalkut, Sabiha Banu; Melek Tavus’un Halkı Ezidiler; Metis Yayınları; Dördüncü Baskı; İstanbul- 2014; s, 15

(3) Arjin Dilek Öncel haberi; Evrensel, 3 Ağustos 2020, s, 8

(4) Korkmaz, Esat; Ezidiler, Melek Tavus’un Talihsiz Halkı/ Kırmızı Ezid’in Kuzuları; Anahtar Kitaplar Yayınevi, İstanbul- 2015, s, 20-21; Korkmaz, Esat; Alevilik-Bektaşilik Sözlüğü; Anahtar Kitaplar Yayınları, Genişletilmiş Dördüncü Baskı; İstanbul- 2005; s, 618-619

Hayvan Kurban, Kadın Kurban ve İstanbul Sözleşmesi–Esat Korkmaz

Ataerkil değerlerin egemenliğinde, bu egemenliği içselleştirmiş erkekler, Tanrı-devlet ruhsatlı ataerkil şiddetin taşıyıcılarından başka bir şey değildir: Bu durumun sonuçlarına, namus adına işlenen kadın cinayetlerinde ve kadına şiddet olaylarında tanık oluyoruz.

Başlangıçta kadın egemenliği vardı ve bu egemenlik tanrıların cinsiyet statüsünü de belirliyordu; bu nedenle bütün tanrılar dişi ve otçuldu; doğal olarak barışçıldı. Zaman geçti kadın ve erkek arasında bir denge kuruldu; tanrılar ne kadın ne de erkek oldu; otçul ve etçil bir yaşam sürmeye başladı; yeri geldi hoşgörülü oldular yeri geldi cezalandırdılar. Sonraları erkek egemenlik kurdu; ataerkil algı yaşamın her alanına sızınca, bütün tanrılar erkekleşti ve etçil beslenmeye başladı. Yani etçil beslenen ataerkil tanrılar göklerin kutsal yiğidi, etle beslenen ataerkil erkekler de toplumun yiğit evladı olup çıktı. Çıkar çıkmaz et erkek oldu, ot kadın ya da ataerkil erkeğin nesnesi et, mazlum kadının nesnesi ot. Erkek devlet, ataerkil erkek ve erkek tanrı, kadına-dişiye yönelik suçun, suç ortakları olup çıktı.

Demek ki kadın ataerkilliğin kurbanıdır, Kurban Bayramı günlerinde, kutsalıyla kucaklaşmak için kanlı kurban sunanların inanç ağırlığının perdelediği bir başka kanlı kurban şiddeti var: Bu şiddet, kadın özgürlüğüne, ataerkilliğin kesti bir cezadır. Ceza koşullarında, ataerkil tanrı, ataerkil devlet ve ataerkil erkek, hayvana ya da ota davrandığı gibi kadına davranıyor; biri kutsalı için hayvan kurban ediyor, biri cezalandırmak için kadın.

Anlayalım artık, kurban kadın, kurban olarak seçildiği anda, ruhu bedeninden uzaklaşır; ruhu olmayan delik (dişi) bir nesne, şiddet uygulamaya yatkın bir hammadde durumuna dönüşür. (*) Kurban edilen hayvanın da şiddet uygulanan kadın kurbanın da gözleri dildir; bu dil kaygı dilidir, bu dil korku dilidir. Bu nedenle olsa gerek, bir kafese kapatılmış hayvanla, şiddet uygulanmış kadınla ya da hücreye kapatılmış işkence görmüş bir insanla göz göze gelemeyiz; (**) çünkü sen yakına bakarsın, onlar uzaklara; sen ona bakarsın, o başka yere. Hayvanlar evcilleştirildikten sonra insanlara, kadınlar ataerkil erkeğin nesnesine dönüştürüldükten sonra erkeklere, kötü kötü bakmayı öğrendiler. (***)

Bu kapsamda öncelikle yapılması gereken, gerici siyasi iradenin daha önce imzaladığı, ama şimdi çıkmak istediği İstanbul Sözleşmesini gündemde tutmak, çıkışa dur demektir: Çünkü İstanbul Sözleşmesi, başta cinsiyeti nedeniyle kadınlara uygulanan şiddet olmak üzere, şiddete uğrayan her bireyi korumayı ve şiddeti önlemeyi temel alan uluslararası bir sözleşmedir. Sözleşmeden çekilmek, sözleşmenin belirlediği ve Türkiye’nin de taraf olduğu tüm insan hakları belgelerini de tartışmalı duruma getirmek anlamını taşıyacak ve hak ihlalleri hızla tırmanacaktır. Demek ki İstanbul Sözleşmesini savunmak, sadece cinsiyet eşitliği talep edenlerin değil, inanç, etnik köken, dil, felsefi görüş vb. nedenlerle ayrımcılığa maruz kalmış toplumsal kesimlerin, acısına omuz vermektir.

(*) “Kadınlar tecavüze uğradıktan sonra bir et parçası gibi hissettiklerini söylediklerinde, birinin iradesi dışında içine girilmesi ile yenmesi arasında bir bağlantı olduğunu mu söylüyorlar? Bir kadın şöyle bildirir: ‘Bana kendimi bir et parçası gibi hissettirdi, bir delik gibi…” (Adams, Carol J.; Etin Cinsel Politikası/ Feminist-Vejetaryen Eleştirel Kuram-Çev.: Güray Tezcan ve Mehmet Emin Boyacıoğlu-; Ayrıntı Yayınları, Beşinci Baskı, İstanbul- 2020, s, 121)

(**) Hiç unutamadığım bir anımı paylaşmak isterim: İşkence görmüş ve Selimiye Kışlasında bir hücreye kapatılmıştım. General rütbesinde bir subay hücremin kapısına geldi ve nöbetçiye -Gözlerini gözlerinden ayırmayacaksın, dedi. Asker, -Gözlerine bakamıyorum komutanım, diye karşılık verince komutan durakladı ve -Ben ne diyorsam onu yap, dedi. Asker korkudan titremeye başladı ama komutan hiçbir şey olmamış gibi hücre kapısından uzaklaştı. (Esat Korkmaz/ Anı)

(**) “Hayvanın neliğine ilişkin Türkçede hatırı sayılır bir felsefe kitaplığı oluşturulmuş durumda. Derek Ryan ‘Hayvan Kuramı’nda hayvanlar için ‘Ormanın Çocukları’ diyor. John Berger mükemmel denemesi ‘Hayvanlara Niçin Bakarız?’da, bu ‘orman çocukları’nın, 19.yüzyılda icat edilen hayvanat bahçelerinde nasıl yokoluşa sürüklendiğini analiz eder… Artin Buber, başyapıtı ‘Ben ve Sen’in (1923) bir yerinde, ‘Bir hayvanın gözleri’ der, ‘büyük bir dil yeteneğine sahiptir…bakışıyla… içindeki sırları en etkili biçimde ifade eder.’… Bu dil, ‘kaygı dili’dir… risk âlemleri arasında hareket etmesinden kaynaklanan bir kaygı dili… Hayvanat bahçesindeki hayvan, yokoluşun canlı anıtıdır. ‘Hayvanat bahçesinde bir hayvanla göz göze gelemeyiz’ der Berger, ‘hayvanlar başka yana bakarlar. Görmeden uzaklara bakarlar.’ Ormanın çocuğu bugün, ‘ev hayvanı’na dönüşmüştür… Berger’in çok önemli bir tespiti daha vardır: ‘Hayvanların önemsizleştirilmesini günümüzde, … köylülerin de önemsizleştirilmesi izlemektedir…’” (Kayıran, Yücel; Felsefede Hayvan Kuramı, Hürriyet Kitapsanat, 26 Temmuz 2019, s, 9)

KURBAN OLMAK–Hasan Harmancı

Bir toplumsal sorumluluk içinde olmak yaşamın kusursuz olmasa da daha yaşanır olmasına hizmet eder. İnsanın toplumsallığının altında birazda bu yatar. Kusursuzluğu engelleyen nelerdir diye sorarsak bu ise bizi bir bilinçaltı işleyişine götürür. İnsanın doğaya egemen olma yolculuğuna ya da doğadaki herşeyi yeniden dizayn etmeye ve kendisine yontmaya çalıştığı o ilk döneme.
Bir patlamadan uyanmış gibi gelişen özgüveni insana adım adım herşeyi kendisine göre yeniden yaratmasına ve ona göre düşünmesine yol açtı. Bu öyle bir insan oluşmasına neden oldu ki, şimdi hala peşinde olduğu kusursuzlaştırma zihniyetinin altında yatan bir hafıza gibi süreklilik haline dönüştü.

İnsan için kendini tatmin etme, doyurma, besleme ve sahip olma hissinin sınırsızlığı iki yönlü bir yaşam savaşına neden oldu. Bunlardan ilki herşeyi yönetme diğeri de egonun tatmin edilmesidir. Bu öyle bir hal aldı ki yaşam dediğimiz bu ikisinin ya birlikte ya da ayrı ayrı kabulleri ve yarattığı rol modelliği haline geldi.

İnsan başka nedir ki?

Toplumsal olsun bireysel olsun insanın ilk halini saran korkusu, kaygısı, doğaya karşı güvensizliği ve yaşama mücadelesi insanda bir değerler sistemine yol açtı ve bu değerler sistemi sorgulanamayacak ölçüde tüm bilincimizi değişmeyecek ölçüde sarmış durumda. Öyle ki pek az insan bundan kendini kurtarabilir, insanın insanlaşmak için oluşturduğu soyutlamanın tahakkümünden koruyabilir.

Bize ailede, toplumu kurumsallaştıran her alanda, başta eğitim dediğimiz fabrikada bu bir dumansız insan yetiştirme aygıtıdır. Yeni insanın ulaştığı uygarlık dediğimiz süreçte bunun ödülüdür. Bu farklı düşünenin törpülendiği daha doğrusu düşünmenin durdurulduğu, rol seçmenin genişletildiği bir ego yaratım sürecidir. Her bir rol ise bize kurgusal bir benlik/ego duygusu ve fırsatı aşılıyor. Değer kazandığını sandırınız bu süreç insanın anacını sabitleştirdiği bir yozlaşma sabitler. En güçlü olduğumuz ve özgüvenle hareket ettiğimiz an teslim olmuş bir özbenlikle insan olmanın savaşını sonlandırmış oluruz. Matematik, fizik, kimya gibi alan bile büyük çoğunluğu hayata sabitlemek için öğrendiklerimiz ve tekrarladıklarımız oluverir süreçte. Onların kusursuz ilahi dünyası insanı yanılgılar karşısında karlı bir koruma sağlar. Ancak bedel ödemek şartıyla deliler ya da dahiler bu yaptırımdan kurtulabiliyor.

Toplumun başarı aygıtlarının en yüksek düzeyde üzerimizde egemen olmasıyla varlığımızdan tümüyle kopma noktasına geliriz. Tamamlanmış insan yeni haliyle kendisi olmaktan ve doğallıktan tümüyle kurtulmuş olur. Böylelikle toplumsal irade mükemmel bir işleyişle kendisini koruma ve sahiplenme altına aldırmayı başarmış olur.

Kusursuzluk artık başlayabilir. İnsan içindeki küskünlükleri, toplum dışında kalmışlıkları bir aidiyetle taçlandırma süreci başlatabilir. Toplumun tekrarlanmasını istediği şeylere ne ölçüde uyarsak o ölçüde egomuzun bizi parlattığı ve toplumun da bizi kabul ettiği alanda ve anlamda kendimizi var ederiz.
Toplum temelde kendisi olmaya çabalayan insanı, bireyi öğütme, durdurma ve bütünün egosunu kabullenmeye çekmek için içsel olarak kullanılan ortak imge, ses, değerler ve geçmişler bütünün yansımasıdır şimdinin haline dikkat çekmek istersek.

Toplumsal davranmak insanın ruhsal ya da bedensel yapısında bulunan temel arzularımızın yansıması olan birşey değil, kabuller silsilesidir. Bu nedenle büyük yalanlarımızdan birisi de “insan toplumsal bir hayvan” olduğudur. Gerçekçi sistemlerde toplum bireyin gelişmesine, farklılığına hizmet etmek ister. Bireyi kontrol etmek, ortak duyguda ve tavırda tutmak isteyen yapılar ise bir sistem taklidi altında bireyi varlığından çıkarma ve toplumun kabulleri ölçüsünde yenilemek, belirlemek ister. Toplumsal hayatla bütünleşmek için bireyin mücadelesi bazı durumlarda değer olarak yansırken bazı toplumlarda, toplumun tüm koruyucu ve hastalık düzeyindeki egolarına, yalan ve talanına inandırmak, sahiplendirmek, itaat etmek, ettirmek, onu ortak yaşama ait sayılan, saydırılan bir rol modele taşımaktır. İnsan bu ikinci durumda sorgusuz bir huzura kavuşur görünür ancak ruhsal bir hastalığa yakalanmıştır. Toplum bunu başarmış ve bununla böylesi bayram günlerinde övünür.

Ortak hareket alanlarında değerler bütünü oluştuğunda egomuz güçlenir, özgürlüğümüzü ise kaybederiz. Gerçekte bireysel hayatımızda karşısında bulunduğumuz şeyleri nasıl kabul ettiğimizi, uyumlandığımızı şaşarak en güçlü biçimde değerlere atıfta bulunduğumuzda anlarız.

Toplumu yaşamada normal ancak insan içselliğinde, varlık alanında özgürlüğün kaybını yaşarız. Toplumun çelişkiler yumağını sahipleniriz. Normalden farklı olmayan bir anda birden bire değerlerin sahiplenilmesini önemser, büyüklenme dürbünü takarız. O anın kabulü büyüklenmemize, kusursuzluğumuza egosal anlamda güç katar. Bir kolektif iradenin önkabulleri irade olarak çarpıklığına karşın bir değerler sistemi gibi görünür.

Sorgulamayız ve toplumun paranoyasına dahil oluruz. Kurban bu paranoyanın en üst aşamalarından biri olarak binlerce yıldır bizi esir almış durumdadır.

İbrahim’in hastalıklı paranoyası olarak bakmayınız sadece, bu bir bütün olarak insanın ilkel zamanlarından başlayarak günümüze taşınmış ve törpülene gelen bir bedel ödeyerek insanın doğa karşısındaki savaşından kurtulma sorunudur.

Kimi durumda suçla, günahla, vicdanla ilişkilidir kimi durumda ise egonun tatmini, herşeyi ele geçirme ve yönetme ile ilişkilidir bu kurtulmamıza neden olan süreç.
Hayvan evcilleştirmenin son sürecinden tarım toplumuna geçişinde yükselmiş olan kurban gelenekleriyle ilişkilendirdiğimiz bu ritüeller dizisi aslında daha keskin bir irade kaybının ve ölümcül sorumluluğun başka araçlara, canlılara yüklenilmesidir.

İnsan kendi kefaretlerinden kurtulmak için önce doğadaki her canlıyı insan dahil yok etmeyi seçiyordu. Kendini güçlü bulduğu yerde doğanın değişimi için güç kullanıyor ve mücadele etmeyi, güvende olmayı seçiyordu. Çünkü onun Tanrısı ona bunu emrediyordu. Varlık alanında kendisi için yem olarak kullandığı kuklaları, esaret altına aldığı hayvan, bitki ya da insanlar; bir bütün olarak canlılar vardı.
İşte onu Tanrı’ya sunarak egosunu, en altta ise hastalıklarını iyileştirecek bedeller bulmakla kendini dinsel olarak tahmin etmeye çalıştı.

Bu kurbanları onun için o kadar değerliydi ki, hala insanın kurbanlığı devam ediyor olsaydı, sanırım insanların yarısına yakını hayvanların toplu öldürülerek kurbanlık durumları gibi doğal sayılırdı. Köleliğin değişmesi günümüz insanının başkalarına hizmetinin, kefaretinin daha fazla sahip olma isteğinin bedeli, “kurban”ı durumunda olacaktık.

İnsanın siyasal ve sosyal mücadelesi önemli bir aşamaya gelmekle birlikte, vahşileri tükettiğimizden, evcil hayvanlar bu “kurban” olma vechesinden kurtulamadı.

Ve tüm bir coğrafya olarak bu kurban ritüelinin bizi kapsamamasını mı yoksa hergün yediğimiz hayvanları kapsamasına dürtüsel bir olumlu tepki mi gösteriyoruz belli değil.

Kimlik-kişilik, kimlik-kültür ilişkisinin bize sunduğu kabulleri normal zamanlarda kabul etmezken şimdi nasıl bir kolektif köleci egodur ki, haykıra haykıra bayram ile hayvan katlini aynı tezgahta iki duygu olarak yaşama muştulanmış bir azade farkındalık olarak sunuyoruz.

Sanırım insan için herşey mümkün. Sorun sadece hayvan yemekle ilişkili olmasa gerek.

ALEVİLİKTE ÖRGÜTSEL YENİDEN YAPILANMA–Esat KORKMAZ

Alevilikte örgütlenme dendiğinde Yol örgütlenmesi, demokratik kitle örgütlenmesi, siyasal örgütlenme ve aydın örgütlenmesi akla gelmelidir.

Gelenek Örgütlenmesi: Gelenek örgütlenmesi bağlamında, gerçek yaşamın gereksinimlerini karşılamaya yönelik olan ve yüz-yüze ilişkilere, doğrudan demokrasiye dayanan gelenek örgütlenmeleri (topluluk örgütlenmeleri), kan-soy bağı toplulukları olarak yapılanır.

Ancak çağdaş toplum, çıplak ideolojilerin yönlendirdiği sınıf çıkarlarına dayalı bir toplumsal sistemi yerleştirince; gelenek örgütlenmelerinin varlık nedeni olan yüz-yüze ilişkiler, kan-soy bağları ve inanç dayanışması önemli ölçüde çözüldü ya da örselendi.

Aleviler, uzak geçmişlerinden yakın geçmişlerine, Anadolu’nun kırında ve Sünni kuşatma altında; inanç-kültür karışımı bir yaşama biçimi sergilediler. Bu yaşama biçimi içe kapanık, kendine yeten, kendi koyduğu kurallarla kendini yöneten, bağdaşık yapılı köy birimleri biçimindeydi. Sünni çoğunluğun baskısı nedeniyle inanç-kültür ortaklığına karşın bu köy birimleri, genelde, Sünni dünya dışında birbirlerine karşı da yalıtılmış durumdaydı. Sonraları Sünni kuşatmanın zayıf halkalarını parçalayarak, topluluk kapsamında genel bir örgütlenmeye gittiler. Halkın sınıfsal çıkarlarını korumak için bâtın kanalda, bir isyan ideolojisi oluşturdular.

Alevi topluluk örgütlenmesinin, toplumda benzer örgütlenmelere yönelen kesimlere göre çok önemli bir ayrıcalığı vardı. Ortaçağ koşullarında temel üretim aracı topraktı ve toprağa bağlı üretim belirleyici idi. Alevi topluluk örgütlenmesi, Anadolu’nun toprak-otlak insanını, giderek kentlerin zanaat insanını örgütlemişti. Bu kapsamda ve toplumsal düzeyde, Alevi-Sünni ayrımının da ötesinde, Anadolu’nun üretici-yaratıcı insanının gerçek gereksinimlerini dile getiriyordu; ekonomik-demokratik ve siyasal istemlerine yanıt veriyordu. Bu nedenle siyasal olarak öne çıkıp merkezi otoriteye başkaldırdıklarında, toplumda büyük sarsıntılar ve altüstlükler yaratabildiler. Yalnız Alevi kitlenin değil Sünni, Rum, Ermeni vb. halkın da devrimci tarihi ve kültürel kaynağı olabildiler.

Bugün sermayenin egemen olduğu, sınıfsal çıkara dayalı bir toplumsal düzeni yaşıyoruz. Artık, geleneksellik zemininden beslenen topluluk örgütlenmeleri, ne denli sağlıklı yapılanırsa yapılansın, Alevi topluluğu dışında toplumun tüm ezilen kesimlerini kucaklayacak bir örgüt durumuna gelemez; bu dönem kapanmıştır. Dünün Ortaçağ’ında ve feodal bir yapı altında, Anadolu halkının memnuniyetsizliğini kucaklayan Alevi topluluk örgütlenmeleri, bugünün Türkiye’sinde ve kapitalist bir toplumda aynı işlevi yerine getirmekten acizdir.

Boşluğu kapatabilmek için demokratik kitle örgütü kapsamında toplum örgütlenmeleri yarattık. Alevi bilincini/inancını dünden bugüne taşıyan, bugünden yarına taşıyacak olan gelenek örgütünü çağdaş toplumun karnında canlandırmak-geliştirmek durumundayız. Yazılı kültüre yatkın, sözel kültüre alıştırılacak olan çağdaş örgüt belleği; sözel kültüre yatkın, yazılı kültüre alıştırılacak olan gelenek örgüt belleği yaratmak, Alevilerin olmazsa olmaz koşuludur.
Peki: Ne yapacağız? Nasıl örgütleneceğiz?

Geleneksel topluluk örgütlenmelerini, tümüyle anlamsız mı bulacağız? Ya da çağdaş toplum örgütlenmesine gitmekten vaz mı geçeceğiz?

Birini anlamlı bulup diğerini yadsımayacağız; her iki örgütlenme tipini birlikte yaratacağız ya da canlandıracağız. Çünkü Alevi topluluk örgütlenmesi, geçmişte oynadığı, çalışanların toplumsal çıkarına dayalı bir kavgayı yaşama geçirme görevini bugün yaşama geçirecek örgüt yeteneğinden yoksun duruma gelmiştir. Ortaya çıkan açığı kapatabilmek, bir bütün olarak Alevilerin tarihsel açıdan oynadığı işlevle örtüşebilmek için temsili demokrasi temelli çağdaş toplum örgütlenmesine gitmek, yani demokratik kitle örgütlerimizi yaratmak zorundayız. Ama diğer taraftan biliyoruz ki temsili demokrasi temelli toplum örgütlenmeleri, yüz-yüze ilişkileri, doğrudan demokrasi temelli değerleri ve inanç öğelerini taşımakta yeteneksizlik gösterir. Demek ki gelenek örgütlenmesini de yaratacağız ya da yaşatacağız.
Ama nasıl?

Soruyu yanıtlamadan önce, mevcut duruma bir bakalım: Alevilikte iki aşamalı bir kast sistemi var: Bir tarafta, kutsal kanın taşıyıcıları olan seçilmişler (dedeler-çelebiler), diğer tarafta ise seçilmişlere muhtaç seçilmemişler (talipler-müritler) konumlanmış durumda.

Bu örgütlenme hem bireyi hem toplumu hem de inancı kucaklar; doğal olarak bu örgütlenme tarihsel sürecinde, seçilmişlerin belirleyici olduğu ve haklarının kan güvencesine kavuşturulduğu bir ruhbanlığın yapılanmasına neden olmuştur. Seçilmişlerle seçilmemişler arasında geçiş olanaksızdır ve bu doğuştan gelen bir yazgıdır. Yapılanan kast sistemi kan bağıyla sonraki kuşaklara aktarılmaktadır. Kast sistemi gereği, topluluğa mensup her Alevi, doğduğu andan itibaren inançsal ve kültürel açıdan belirli sorumlulukları vardır ve bu sorumlulukları yerine getirmek durumundadır.

Ocaklı geleneğin ilk örgütlenme aşamasında, bilgi kandan özgür idi: Bilgi henüz kanı keşfetmemişti; sözel kültürün eğitim kanalları yaşama taşınarak bilgi üretiliyordu. Bu nedenle felsefeden, öğretiden bağımsız bir inanç örgütlenmesine gidilmedi; neden anlamında belirleyici duruma yükselen seçilmişleri (ruhbanları/ dedeleri-çelebileri), daha doğrusu seçilmişlerin kanını kucaklayan bir inanç örgütlenmesi yoktu, olamazdı da tam tersine, ruhbanlıktan (kandan) özgür, ayrım yapmadan Yol insanını, yani Yol insanının bilgisini kucaklayan, Yol-Erkân örgütlenmesi vardı. Bu aşamada ocak örgütlenmesi hem bir mücadele örgütü hem de bir okuldu; doğal olarak, birey-toplum bilincinin taşıyıcısı bir toplum-topluluk örgütlenmesi idi.

Sonraları bilgi-kan özdeşliğine taşınıldığı için, kan kutsallığı, Aleviliğin en büyük tehlikesi olup çıktı. Ocakların ilk oluşum aşamasında, kan bilgi taşımıyordu; kan, dışarıya karşı soy saflığını koruyan bir araçtı, ötesinde örgütlenme temeliydi. Yol bilgisi, sözel kültürün eğitim kanallarının işlevli olmasıyla elde edilen bir kazanım idi. Sözel kültürün kitabı hafıza idi ve hafıza kayıtları ezberlenerek yeni kuşaklara aktarılıyordu. Aktarılan bilgi, ritüellerle içselleştirilip taşınıyordu. Söylenceler ve mitsel anlatımlar, bu eğitimi destekliyor idi; doğal olarak, kan-bilgi ilişkisi yoktu.

Soy olgusu, iki biçimde algılanmak gerekir: Birincisi, nesnel(bilimsel) soy zinciridir. Uzak uzak atadan kan izlenerek oluşturulan soy zinciridir. İkincisi ise gönül soy zinciridir; İslam’ın muhalefet hareketi geriye izlenerek taşınılan başlangıçtan başlayarak gönül bilgisini taşıdığına inanılan kimliklerin, arka arkaya sıralanmasıyla oluşur. Yol inancında bu gönül soy zinciri, altın zincir olarak algılanır. Tasarımın mantığından da anlaşılacağı gibi bu soy zincirinin kanla bir ilgisi yoktur. Ne var ki Alevi Ocaklı geleneğinde, nesnel soy zinciri silindiği için, gönül soy zinciri, kan belirleyici nesnel soy zincirinin yerine geçmekte ve ciddi bir bilgi kirlenmesine yol açmaktadır. Bu bağlamda, Evladı Resul, kan evladı değil, gönül evladı ya da yol evladı olarak algılanmak durumundadır.

Yaşanan yabancılaşmaya koşut, tarih, kutsalın tekrara dayanan diyalektiğine kilitlendi, tekrarın mantığı mührünü vurunca tarih, baştan yazıldı ve bitti: Bu nedenle, baştan yazılıp bitmiş bu tarih, sürekli tekrarlanmaya başladı; yerinde sayma ilerleme olarak algılandı, tarih bilinci üretilemedi, böylece bu tarih geleceği üretmekten muaf oldu.

Derler ya tarihin sonucu başlangıcında yazılıdır, diye: Zaman geriye dönüşümsüz olduğu için, tarih de geriye dönüşümsüz duruma dönüştü. Bu gerçek bugün için Alevi tarihine uymuyor: Zaman dışında, yalnızca geriye dönüşümlü olarak kurgulanan bu tarih, başlangıç ile sabitlenen şimdi arasında git-gele indirgenmiş durumda; gelecek olana değil, geçmişe öykünen bir tarih. Gelecekten muaf tarih, Alevilere selamet getirmeyecektir bunu bilelim; çünkü bu tarih, Alevilerin kendileri tarafından kendileri aleyhine yapılandırdıkları bir tarihtir ya da kendileri tarafından kendilerine kurulan bir tuzaktır.

Geleceği üretmekten aciz kolektif algı, kanı bilgiyle ilişki içine sokarak tekrara kilitlenen bu tarihi, bu tarih içinde kendini güvenceye almak eğilimine girdi. Söylencesel anlatım, bu anlayışı kutsayacak biçimde içerik kazandı. Şimdi bu içeriği, geleneksel söylencesel kayıtları da dikkate alarak yorumlamaya çalışalım:
Allah, bâtından görünüşe nur biçiminde taşındı. Nur hem Allah hem de Allah’ın bilgisi idi. Allah’ın nurundan, yani bilgisinden ilk nasiplenen Ehlibeyt oldu: Bu nedenle Ehlibeyt, varlıkların tümünden daha kutsaldır.

Aslında Allah nuru(bilgisi), iki parçadan oluşmaktadır; nübüvvet nuru (bilgisi) ve velâyet nuru (bilgisi). Bâtında, nübüvvet nuru (bilgisi) Muhammet olanağı, velâyet nuru (bilgisi) Ali olanağı durumundadır; dolayısıyla birlikte düşünüldüğünde bu nur (bilgi), Muhammet-Ali nuru(bilgisi) adını alır; inanca göre kudret kandilinde balkıyıp duran işte bu nurdur (bilgidir); bu nur (bilgi), yabancılaşmayı onaylayan söylencenin kaynak metaforudur.

Muhammet-Ali dünyaya gelinceye değin, bu nur (bilgi), peygamberler aracılığıyla taşındı. Abdülmuttalip’e kadar bu nur (bilgi), tek bir bütün olarak geldi: Daha sonra ikiye ayrıldı, nübüvvet nuru (bilgisi) Abdullah’a, velâyet nuru (bilgisi) Ebu Talib’e geçti; izleyen süreçte, parçalardan nübüvvet nuru (bilgisi) Muhammed’de, velâyet nuru (bilgisi) Ali’de kemalini buldu.

Ali ile Fatma evlenince bu iki nur (bilgi) parçası tekrar birleşti ve sırasıyla bir imamdan diğerine aktarıldı. 12. İmam’ın gaibe çekilmesiyle Ehlibeyt nurunun (bilgisinin), insanlarda temsil ve tecellisi son bulmuş oldu.

Böylece Allah bilgisi, kanın parçası durumuna geldi ve genlere taşındı; bu bilgiye hiçbir biçimde yeni bir bilgi eklenemeyecekti; açıktır ki bilgi, eğitim ve öğrenme yoluyla kazanılamayacaktı. Seçilmişlerin yani dedelerin-çelebilerin eğitime ihtiyaçları yoktu.

Yabancılaşma bu boyutuyla içselleştirildiğinde bugün Alevilik, eğitim ve akıl düşmanıdır; çünkü Yol’un bilgisi, yani felsefesi, öğretisi ve inancı genetik yoldan taşınmaktadır.
Yabancılaşma koşutunda ocaklı gelenek, okul olma durumundan uzaklaşmış, kast sistemi temelinde, eğitime düşmanlıkla belirgin bir inanç örgütlenmesine dönüşmüştür. Bu yapı tersine dönüştürülemezse eğer, ocaklı geleneğin taşıyıcısı ocakzadeler, Aleviliği altın tepside şeriatçı inanca teslim edeceklerdir bu kesin.

Bu olumsuz dönüşüme taşınan gelenek örgütlenmesini, bilgi temelli bir okul durumuna dönüştürmek artık olanaksız: Bu nedenle bu yapıdan bağımsız, kan kutsallığından özgür, kast sistemini yadsıyan Yol-Erkân Okulları kurmaktan başka seçenek yok.

Bu okullar, dikey bir örgütlenme değil, yatay bir örgütlenme olacaktır. Sınırları ve ilkeleri belirtildikten sonra çağdaş örgütlenmenin çatısı altında, doğrudan demokrasi temelli birimler olarak yaşatılabilir.
Adı üstünde okul olduğu için hem dedelik-analık-babalık ve 12 hizmet eğitimi hem kadro eğitimi hem de kitle eğitimi verilebilir. Yol-Erkân okullarında ders verecek rehberler (aydınlar-yazarlar-sanatçılar), konusunda üretimde bulunmuş olmalıdır. Bu eğitim yapısının belge verdiği kimlikler, Yol hizmetlerini yürütmeye başladıklarında, kast ve kan bağlıları, yavaş yavaş dolaşımdan çekileceklerdir.
Doğal olarak, Alevilik kendine özgü bir inançtır algısının araladığı kapıdan girilerek, inanç komisyonları ya da dedeler kurulu vb. adlarda örgütlenen ve Alevi çağdaş örgütlenmesini teslim alan örgütlenmelerden zaman yitirilmeden vazgeçilmelidir.

Aydın Örgütlenmesi-Bilimsel Örgütlenme: Peygamberli bir kültür değil, okullu bir gelenek olan Alevilikte, aydın örgütlenmesi de yeniden yapılandırılmalıdır. Aydınlar, örgütlerimizde, yönetim Kurulu kararlarına göre çalışan memurlar olmaktan çıkarılmalıdır. Tümüyle özgür bir zeminde, anlaşabilen aydın arkadaşlar bir araya gelmeli ve Düşünce İşlikleri oluşturmalıdır. İşliklerde üretilen düşünceler, örnek uygulamalara bağlanarak örgüt yönetimlerine sunulmalıdır. Ya da bu örgütlenme içeriği, özerk bir zeminde, enstitü, akademi vb. adlar altında kurumlaşmalıdır.

Unutmayalım Alevilik bir bilme kültürü değil, değiştirme kültürüdür. Değiştirme kültürleri, erkânlarla içselleştirilip taşınır. Aydınlar, oluşturdukları Düşünce İşlikleri ya da yarattıkları bilim örgütleri aracılığıyla alanlardan topladıkları değerleri erkân donuna dökerek rehberlik görevlerini yerine getireceklerdir.

Demokratik Kitle Örgütleri: Bu alanda da ciddi yanlışlar yapıldı: Yapıları, doğrudan demokrasi temelli olmayan, yüz yüze ilişkileri, inanç değerlerini taşımakta yeteneksizlik gösteren dernek ya da şirketsi vakıflarla gelenek örgütlerinin canlandırılması yoluna gidildi; bu tip örgütler, Yol-Erkân Okul örgütlerinin yerini dolduramaz; yine bu tip örgütlerle Alevilik yönetilemez.

Doğal olarak kan uyuşmazlığı yaşadılar, yaşayacaklar da. Üstelik şimdi, dernekler ve şirketsi vakıflarla canlandırılan gelenek örgütleri, federasyonlaştılar bile. Bu süreç, gelenek örgütlerini yabancısı oldukları bir alana sürerek ya da o alanı kendi içlerine çekmeye çalışarak önü zor alınır bir örgüt yozlaşması yaratacaktır. Yozlaşan örgüt, taşıdığı bilinci/inancı da yozlaştırır; bunu hiçbir zaman unutmayalım. Ve bu tip örgütlenmelerden sakınılmalıdır.

Bu durumda, Alevi demokratik kitle örgütlenmesi dikey yapılanmak zorundadır ve Alevi Yol Kültür Merkezleri adıyla yaşama taşınması uygun olacaktır: Dikey örgütlenmede her örgüt biriminin ötesinde çatı örgütlerin, bir toplum örgütlenmesi olduğunun bilincinde olmalıyız. Bu örgütler, her şeyden önce, Alevi kesimin ağırlıkla içinde yer aldığı halk yığınlarının çıkarını-yararını savunmalıdır. Özelde Alevilerin, genelde halkın çıkarına yönelik düşüncelerin uzlaşmasının, bu kapsamda bireyden kaynaklanan davranışların demokratik olarak kullanıldığı bir süreci temel almalıdır. Tıpkı geçmişte olduğu gibi, Alevi topluluk örgütlenmesinin/yol örgütlenmesinin özel konumu nedeniyle oynadığı toplumsal rolde olduğu gibi, yalnızca Alevilerin değil, çıkarları bir ve aynı olan diğer halk kesimlerinin demokratik istemlerini kucaklamalı, demokrasi ve laiklik mücadelesine omuz vermeli, gerektiğinde bu mücadelenin öznesi olabilmelidir. Zaman zaman ya da sürekli, toplumun diğer kesimlerinde kurulmuş olan toplum örgütleriyle birlik ve dayanışmaya gidebilmelidir. Halkın siyasal mücadelesini eğitmeli, doğru siyasal oluşumlar yaratmasına katkı yapmalıdır.

Sonuç: Ancak bunlar gerçekleştirilebilirse Anadolu Alevilerinin bu ülke tarihinde ve toplumsal mücadelelerinde oynadıkları onurlu rolle buluşulabilir. Ancak o zaman, Aleviler, kendilerini yaratan toplumsal temele seslenebilirler; bu temelden kaynaklanan memnuniyetsizlikle beslenebilirler, sürekli canlı kalabilirler. Bu ülkenin demokrasi mücadelesine kalıcı katkılar verebilirler. Bugün ülkemizdeki halk muhalefetinin, toplumsal memnuniyetsizliğin her şeyden önce buna gereksinimi vardır. Bu gereksinmeyi karşılayacak güçlerin başında Aleviler gelmektedir. Toplumsal isyan hareketini geçmişten günümüze taşıyan Alevilik, bu bağlamda güçlü bir dinamiktir. Bu dinamiklerini, isyan geleneklerini, yarattıkları üst örgüt aracılığıyla toplumsal muhalefete aktararak genel halk hareketinde ve örgütlenmesinde çimento görevi görebilirler, kendilerini özgürleştirirken Sünnileri de özgürleştirebilirler.

Bu örgütlenme diğer yandan, gelenek örgütlenmesini kucaklamalı, onunla kaynaşmalıdır. Kaynaşmanın ve kucaklaşmanın ölçütü, Alevi evrensel ilkeleri olmalıdır. Kendini besleyen ana damardan yoksun ya da bu damarı dışta bırakan, görmezlikten gelen, küçümseyen bir toplum örgütlenmesi şey değil, hiçbir şeydir. Gelenek zemininde ve Alevi inancının-kültürünün yönlendiriciliğinde canlandırılacak ya da kurulacak olan örgütlenmeler aracılığıyla Alevi kimliği yeniden yapılandırılmalı, inancın ve kültürün gereklerini yaşama geçirebilmelidir. Yarattığı yüz-yüze ilişkiler, doğrudan demokrasi ve farklı inanç algısıyla, Alevilik bilinci sürekli canlı tutulmalı; Alevi olmaktan kaynaklanan insan hakları, demokratik haklar bağlı olduğu, içinde yer aldığı üst örgütün eylem, etkinlik alanına aktarılarak yaşama geçirilmelidir. Bu yolla yaratılan toplum örgütlenmesine, Alevilerin yarattığı bir örgüt damgası vurulmalıdır.

BAZI ALEVİ DERNEK VE VAKIFLARIMIZ ASİMİLASYONUN BİR PARÇASI MI?–İbrahim ERGİN

Bugün avrupadaki ve türkiyedeki derneklerin bir çoğu eğitim seminer, paneller veriyorlar alevilikle ilgili ama Anadolu aleviliğin temsilcileri olarak bizler yok sayılarak sadece popilist anlayışta klişeleşmiş insanların aynı sistem ağzıyla konuşmalarıyla farklılık ve dip dalgası yaratamadıklarından gündemde kalıcı olamıyorlar.

İşte bu konudaki yazımda cemevlerinde anlatılan alevilikle talip mürşit arasındaki aleviliğin köprüsünü kuramayan alevi yöneticilerin alevilik içinde kendilerine uyguladığı asimilasyondan bahsedeceğim..
Kızılbaş Aleviliğinde modernitenin Alevi geleneğinin temelini oluşturan talip-mürşit ilişkisini kırdı “Bu ilişki biterse söz de biter”

Aleviliğin kadim inancını günümüze taşıyan ocaklar, dergahlar, ziyaretlerden yola çıkıyor. İnsanı Kamil, Hak ile Hak olma, 4 Kapı 40 Makam gibi kavramları hafızaya tekrar çağırıyor. Aleviliği’nin temel sorunu olan talip – mürşit ilişkisinin kopmasını sorunların merkezinde.. cemevlerinde öğretilenler şekilsel..
Geçmişte Alevi gençleri daha çok seküler düşünceler üzerinden kendilerini tanımladılar. Son dönemde ise gençlerin Aleviliğe olan ilgisinden söz Aleviliği hepimizin doğru kavramadığı çok açık. Pek çok ocağa ve pirlere gidip sorular sorduk. İnancın temeli nedir, nereden geliyoruz, biz kimiz soruları ile birlikte, düşünce sistematiğini onlarla konuştuk. Alevilik, Hz Ali ekolü üzerinden İslamlaştırılıyor. Bu aslında asimile olmuş bir algı. Yani asimile olmuş zihnimiz, inancı bin yıllık bir geçmişe bağlayarak İslam içi bir konu olarak algılıyor. Ama işin merkezine gittiğimizde ocaklara, dergahlara gittiğinizde gerçekten Alevilik dört kitabın dördüne kaynaklık eden kitaplar üstü bir inanç olarak görülüyor.

Aleviliği var eden ana topraklardan şehirlere farklı nedenlerle ciddi göçler yaşandı. Şehirlerde inancı yaşayacak alanlar bulamadıkları için ciddi asimilasyonla karşı karşıyalar. Buna bir örnek verirsek Dersim keşişlerin, dervişlerin diyarı olarak biliniyor. Buralarda 150 yıl öncesine kadar binlerce yıllık geleneği olan okullar vardı. Türkiyenin diğer bölgeleride farksız değil 30 -40 yıl öncesine kadar cem yapacak yerlerimi yoktu sığıntı gibi bir talibin büyük evi varsa onun evinde toplanılıp yapılırdı.

Cumhuriyet döneminde özellikle 40 lı yıllardan sonra asimilasyon hissedilmeye başlandı. Bölgeyi daha fazla ehlileştirmek için inançsal ve kültürel dokunun dağıtılması gerekiyordu. Dergahlar, okullar kapatıldı. Önce katlettiler ardından zorunlu göçe tabii tuttular. Alevilik toplumsal sistemi kurar; pirlik, mürşitlik, taliplik, dedelik… Bu sistem birbirini denetleyen biri olmadan diğerini var olmayacağı yapıdadır. Mürşit aynı anda talip, talip de mürşittir. Modern dünyaya geldiğimizde bu sistem mecburen değişiyor. Pirlerimiz şunu söylerdi: Son talip bittiğinde bu inancın bu dizgisi de bitecek. Talipler de şunu söyler son mürşit bittiğinde sözünü dinleyeceğimiz kimseyi bulamadığımızda talipliğimiz bitecek. Şehir yaşamı bu halkayı kırdı, parçaladı. Bunu gidermek için Aleviler toplanma mekanları oluşturuyor cemevleri gibi yerler, onlar da mevcut inanç yapısıyla bütünleşmediği için kitaba, şekle dayanmayan bir inancı yaymakta zorlanıyorlar.

Ciddi bir asimilasyondan bahsediyoruz. Bu asimilasyon sadece dışsal bir şey değil. İçten asimilasyon süreci de yaşanıyor.

Kafalar o kadar karışmış ki yani bu duruma nasıl geldik anlamak çok zor. Cemevleri kültürün son kırıntılarını tutunmaya çalışan insanların kendilerini var etmeye çalıştıkları yer. Cemevleri inancın şekilsel kısımlarına sıkışmış durumda. İnancın özüne ve problemlerine dair çözüm üretilen zemin sunamıyor. Son 15 gündür ki yüze yakın alevi derneklerin faaliyetlerini takip ediyorum lay lay lom ama Saygı duyulan ciddi çalışmalar var; ama genel durum bu . Diğer bölümde bu yazımın devamını yazacağım.. .
İBRAHİM ERGİN
14. Dezember 2013

ALEVİ KIZILBAŞ İNANCINDA MÜRŞİDİ KAMİLLERİN SIRLARI–İbrahim ERGİN

İnsanı kamile ereyim dersen
Bir Mürşidi Kamil bulanlar gelsin
Gönül Kabe olmuş hem Beytullahdır
Ol bahri ummana dalanlar gelsin

Hermesin sözüyle girişimizi yapalım; ’’Her bilgiyi herkese vermeyin.’’ Aleviliğin bugün ki sosyolojik güncel sorunun da temelini oluşturuyor. Alevi mürşidlerin yolun öğretilerini sırlanmış bilgiler olarak ancak onu taşıyabilecek olanlara vermişlerdir. Kamil olmayana, yani olgunlaşmamış insanlara, üst konumdaki bilgilerin verilmesini doğru bulmamışlardır. Talip olan talep eden kişi kendi özünde ki gizli hazineyi açığa çıkartıp önce iç dünyasını keşfetmeli, yeteneklerini açığa çıkartmalı böylece kendi gerçekliğinin bütünsel yapısının farkına varmalıdır. Bu aşamada ki insan marifet kapısının türabıdır.
Marifet aşaması psikolojik ve fizyolojik gelişimin bakımdan korteks bölümüyle özdeşleştirilir. Korteks beynin dış kabuğudur. Bilim insanlarının belirttiğine göre bir insanın beyninde veya bilincinde kültürel değerler edinildikçe, bilinç, farkındalık, duyarlılık, gelecek kaygısı, sezgi, okuma yazma gibi faaliyetleri yöneten merkeze korteks denir. Gelişen korteksin kabuğu kalınlaştıkça insan, insani değerlerini daha da ilerletmiş ve üç çerağı içinde yakarak üçlü mührü iç dünyasında yağ gibi eritmiştir.

Bu üçlü çerağ biliş, buluş, oluştur. Mürşidi kamiller Arifliği ilk biliş ile bilme, kavrama, düşünme, sezme boyutunu bilgi ve bilimsel yolla kendini kanıtlamış, buluş ile kendi iç dünyasına yolculuk yapıp gönül yoluyla gören aşk halidir. Son olarak, oluş ile hakk ile hakk olan hakkda yok olan ikiliği kaldırıp birliğe varan kişidir. Bu aşamada hakikat insanı sırrı hakikatı taşıyan sonra bu hakikatı taşıyabilecek insanları arayıp bulan ve onu ocağında yetiştiren sonra da bu yükü onlara devir ederek bir sonraki kuşağa aktarmasında çerağ olan kişilerdir.

Bu üç vasfı kendisinde toplayan insanlara mürşidi kamil diyoruz. Dikkat ederseniz mürşidi kamiller tarih boyunca katledilen, sürülen hapis yatan, vatansız bırakılmış bedeller ödemiş insanlar olarak tarihdeki yerlerini alan büyük insanlardır. Örneğin Hallacı Mansur, S. Nesimi, Şeyh Bedreddin, Fazlullah Hurufi, Oğlanlar şeyhi İbrahim, Pir sultan hepimizin bildiği mürşidlerdir.

Mürşidlerimizin bize bıraktığı veya taşıdığı neydi de öldürüldüler? Ölümleri pahasına bunları bize ulaştırdırlar.? İnsan oğlunun evreni anlama tanıma nereden gelip nereye gittiği ,öldükten sonra nereye gidiyoruz, beni yaratan var mı yoksa vardan mı var oldum, ben kimim sorularının cevaplarını aramaları ve bulmalarıyla egemenlerin ve semavi dinlerin dikkatini çekmiş ve bu inançlara ölüm fermanları ve kimlik değiştirmeler için uygulanan katliam kıyım kurtulma asimile araçları kullanılarak coğrafyalar taşıdıkları öğretiler için kana bulanmıştır.

Gelin şimdi Mürşidlerimizin taşıdığı bu sırlı öğretilere bakalım;

Derviş Kemalin;
Hak bizdedir biz hak ‘ta
Lakin sırdır bu nokta
Aramayız uzakta

DAİMİ:
Kainatın aynasıyım mademki ben bir insanın
İnsan hakta hak insanda
 

Yukardaki dizelerde ozanlarımız kendilerininde hakkı uzakta aramadığını ve hakkın tüm evren ve doğanın içinde bulunduğunu belirtmektedir. Her şey hakkın yansımasıdır. Kainatın aynasıdır. Çünkü büyükte ne varsa küçükte de aynısı vardır. Evren doğa insan ilişkisini bu bütünlük içinde görür. Aleviliğin en önemli öğretisi ‘’Sudur’’ öğretisidir. Yani hakktan fışkırma her şeyin tek bir kaynaktan ortaya çıktığını, çokluğun bir’in parçaları olduğunun derinsel bilgisi vardır.

Bütünden kopan her zerrenin ana kaynağına geri döndüğünü, her şeyin değiştiğini, dönüştüğünü, ruhun don değiştirerek yaşama gidip geldiğini,ruhun ölümsüz olduğunu, Cennet ve cehennem olmadığı, Ahiret inancı öldükten sonra dirilme, mahşerin olmadığını, semavi dinlerinki gibi göksel bir tanrıya inanmadığımızı, vahdeti mevcut anlayışına göre evrenin toplamının tanrı olduğunu, bütün oluşların varlıkların varlaştığı varoluşçuluğu savunduğunu, evrenin sürekli bir oluş halinde olduğu öğretilerini savunan mürşidlerimiz bunları nefeslere işleyerek bugüne gelmesini sağlamışlardır.

Mürşidlerimiz sadece bu yukarda saydıklarımız dışında ütopyalarını gerçekleştirmek için tasarladıkları projeler dolayısıyla da katledilmişlerdir. Babek, Hürremdinliler, Sinbat, Karmatiler, İsmailler, Baba İlyas, Baba İsak, Şeyh Bedreddin, Pir sultan gibi mürşidler Rızalık şehri, Musahiplik kurumunun zengin yoksulluğu eşitlemesi, Kamil insan tasarımı ile insanı kamiller toplum projesi hep egemenler tarafından doğmadan boğdurulmuştur.

Sonuç olarak mürşidlerimiz özellikle insan yetiştirirken talip, rehber, pir ve mürşid dörtlüsünün önemine vurgu yapmış gizemli ve kodlanmış bilgileri özel ve seçilmiş taşıyacak insanlara ocaklarda, dergahlarda vermişlerdir. Yeri geldiğinde kullanmasını bilene bu bilgiler HAKK tır. Çünkü şeyh Bedreddin 15. yy şöyle diyor. “Her bilgi kendi mertebesinde haktır. Gerçekler halka daha işin başında söylenirse ya yollarını saptırırlar, yada gerçeği söyleyeni suçlarlar. Halk ve Hak orta bir yolla ve ayrı ayrı gözetilerek birbirine alıştıralabilir. Ama her şartta halk ve hak hakikata alıştırılmalıdır”. Günümüzde biz aydınların düşün insanların geçmişteki mürşidlerin bıraktıklarını çözümleyip insanlara batıni yönünü aktardığımızda karşılaşılan tepkileri görebilirsiniz. Aşk ile canlar

Sosyolog/İbrahim ERGİN

ALEVİ KIZILBAŞ İNANCINDA DÖRT KUTSAL CEMİN SAHİPLERİ–İbrahim ERGİN

Gönülde sırlandık, zahir yerimiz
Aşk yoluna kurban canı serimiz
Ele, bele, dile demiş Pir’imiz
Beşikten toprağa ikrarlıyız biz…
(Hıdır ÇAM)

Aleviliğin kodlarında en az on bin yıllık bir tarihin besinleri vardır. En önemli ritüeli olan cem ise bunun kanıtıdır. Evrenin varoluşunun canlandırılması, cemdeki oturma şekli, semahların dönülmesi; ağırlama pervazlama hızlandırma, içerisindeki motifler sembollerin müzik ve vücud ile ahenkli bir şekilde devinim yaratması ve hizmetlerin dağıtılması, hizmeti alanlara verilen gülbanklar, niyazlar, nefesler muhabbeti yapılması ile lokmaların paylaşımı bu tarihi besinlerin kodlarını bize verir.

Alevi kızılbaş inancının omurgasını oluşturan dört kapı kırk makamın da her bir kapı farklı iklimler gibi insanı etkiler. Bir basamağı aşan bir insan, özünde baharı, yazı yaşarken, aynı zaman da yeni bir kapı, yeni bir mevsimin başlangıcıdır. İnsan bilmediğinin düşmanı, bildiğinin arfidir. Bir insan bilgiye ulaştığında baharı, onu hayatına uyguladığında yazı yaşar. İnsan bilmediğinde kış gibidir. Kışı yaşar. Kışın en en tepe noktasını düşünün kar yağmış yapraklar dökmüş yeşillik beyaza bırakmıştır. İşte doğayı saklayan giz insana yabancıdır. İşte bu aşamaları cemin makamlarına uyguladığımızda kararlı, istekli olup hedefe azmi rah edip yürürse menzile ulaşır. Dört iklim dört sultanlık yaşamımız dört insan kırk davranışın içsel yolculuğu ile hakka ulaşmayı onunla bütünleşip yolculuğu tamamlamayı amaçlamaktır.
Bu yolculuğun gıdasını aldığımız kutsalımız cemlerimizdir. Şimdi bu dört cemin dört farklı gıdası bizi nasıl geliştirecek.

1- İlk makamımız cem dir. Hava bu makamın sembolüdür. Buraya gelen canların içlerindeki egolarını benliklerini yıkarak nefsleriyle savaşının sürdüğü süreçtir. Bu cemde isteyen ile istenilenin birleşmesidir. Halkın katılacağı cem bu makamdır. Yani bâtınla-zâhiri birleştirme âşık ile mâşukʼun birleşme makamıdır. Sıradan alevi canın talep ederek talip olduğu ve dört kapının ilk kapısı olan ilk ikrarının verdiği inançsal olarak hukuk kapısı olandan ilk adımını atarak razılığı rızalığı öğrendiği makamdır. Bu cemin sürecinden mürşid, pir, dede, rehberin oğlu kızı da geçmek zorundadır. Çünkü herkes candır canandır. Buradaki işleyişi görecek, sorumluluk alacak bütün hizmetlerde görev alıp en temiz şekilde bu görevi ifa ederek teslim ederek; teslimiyeti önce kendine sonra topluma ve en son rehberine yaparak ikinci makam cemlere geçmeye aday bir can olacaktır.

2- İkinci makam cemimiz ise Ayn’ül cem makamın sembolü ateştir. ‘’Ayn’’ öz anlamındadır. Özün her zerreden bakışı ve bir araya toplanma ifadesidir. Tüm çeşitliliğe ve farklılığa rağmen, özün zerrelerden çoğul olarak toplanma ve bir araya geliş ifadesidir. Gelen canların Aşk yolculuğudur. Aşk bir sefer olarak yorumlanır. Ana babadan doğan kişi, bir doğumdur, aynı bedende bir kez daha doğmuştur ki bu ikinci doğumdur. İşte bu dünya dilinde uyanış ve farkındalık olarak bilinenin çok daha derin manası olan bir tekamül aşamasıdır. Birinci doğum ana-babadan, ikinci doğum mürşit babadan doğuştur. Yola çerağ olup yanmaya gelmiştir. Ateş arıtıcı temizleyicidir. Olgunlaşmaya değişmeye başlamıştır. Pişerek olgunlaşır. Bu ceme ikrarlı ve musahip olanlar olanlar katılır. İkrar vermek onaylamak, kabul etmek karar vermektir. İkrar töreninin manası, nasip alan beşer insanının, asli ruha doğru yücelişini sağlayacak yola adım atışının kutlanışıdır. Her insan iç ve dış dünyası ve bedensel yapısı ile bir bütündür. Bu bütünlüğün karar vericisi olarak ikrarını ikinci kez vererek bir bütünün parçası haline geldiği makamda musahip kardeşi tutarak dördün bir yürek olduğunu razılık rızalıkla mühürleyecekler. Kadın erkeğin can olup cinsiyetlerin nötrleştiği bir durumdur. Bu cemde çokluktan tekliğe varıp bütünün parçası olmanın enerjisi ile bilincin geliştiği merhamet duygusu, kardeşlik, bağlılık, dostluk, adalet üretkenlik sadelik gibi üstün değerleri kazandığı bu cemlerdir. Ulaşan canların girdiği cemlerdir. Bu davranışlara her insan ulaşamaz ulaşan canları bir üst makam ulaştırır.

3- Üçüncü cemimiz Cem’ül Cem sembolü su dur. Su aşındırır, Enerji verir. Taşıyıcıdır, çözücüdür. Kirli su bile temiz suyla arınır su denizdir, ummandır. Marifet olarak ustalık, beceri olgunluk yetkinliğin yaşamın her alanında gösteren, sağduyulu hoşgörülü, anlayışlı, ölçülü, yol gösterici insanların cem olduğu makamıdır. Bu insanlar güneş gibidir. Gizil bilgiyi açığa çıkartacak birikimi olanların cemidir.

Her şey bir olmuştur. Her şey O‟dur. Her şeyle cem olmaktır. Asla dönülmüştür. Bâtın ve zâhir hepsi Hak olmuştur. Bu makamda ibadet yeri aranmaz. Çünkü yeryüzü artık ona mabet olmuştur. Her yerde cem halindedir. Bu gerçeklikten yola çıktığımızda perşembe akşamları cem yapma diye bir şey yoktur. Her gün kutsal, her mekan cem yeridir. Bu yolculuk, Aşk yolculuğudur ve kendinden KENDİNE dir. Bunun mekanı yurdu olmaz biçimi şekli olmaz “Bir ben var bir de benden içerü” der Yunus Emre. İçeri dediği, nasip almadan önceki kişi, nasip aldıktan ve Aşk yoluna girdikten sonraki “içeri ben”in oluşumudur. Kendinden kendine yolculukta ulaşılacak nihai yer, özdür. Bu yolculuğu tamamlayan ariflerin meclisidir.

Cem erenlerindir, Hakʼı görenlerindir,
Ceme eğriler girmez, Doğru gelenlerindir.
(Yunus Emre)

4- Cem de son aşama makamımız Âhadiyetʼül Cem herşeyi Hak gören, sembolü topraktır. Toprak anadır, örtendir, gizleyendir, sevgidir, şefkattir. Her nesneye özünü katandır.

Bu cem kırklar makamıdır. Ariflerin kamillerin, Hak ile Hak olanların cemidir. Hakikat aşamasındakilerin sırrı sır olmaktan çıkaran cemlerdir. Sezgisel gücün en üst noktası ile karşısındaki her insanı, maddeyi çözen, çözümleyen müşahade makamıdır. Müşahade bir şeyi gözlemleme görme kavrama perdeyi kaldırmadır. Varoluşun sırlarını çözen, toplumsal düşünen çokluğu bir olarak gören, yeri geldiğinde gözünü kırkmadan kendini yaşadığı toplum için feda edebilen kişidir. Turap olup hizmet aşkıyla toplum içinde ki yoksul, yetim ,sahipsiz, darda kalan tüm insanların sorunlarına çözüm üreten, ütopyasını gerçekleştiren, onlara Hızır olan üstün değerlerle buluşturanların cem meydanıdır. Her daim darda duran Mansurların meydanıdır.

Sosyolog/İbrahim Ergin