AleviEnstitusu

TARİHE ŞAŞI BAKMAK–Faysal ASLANER

Anadolu ve uzantısı olan Mezopotamya insanlık tarihinde ilk yerleşke olduğu gibi ilk Uygarlıklara da ev sahipliği yapmıştır. Üç Kıta ortasında yeralan bu yer, tüm canlıların bir toplanma ve geçiş güzergâhıdır.

Dolayısıyla evsahibi olduğu florası eşsiz güzelliği ile sanki ayrı bir Kıta özelliği taşır. Hal böyle olunca tüm Insanlığın sahip olmak istediği bir Toprak parçasıdır. Insanlığın yerleşik hayata geçtiği bu yerler, tarihteki ilk savaşlarada ev sahipliği yapmıştır. Kanla sulanan bu topraklar acılarında katmerlisini yaşatmış ve yaşatmaya devam ediyor.

Son 150 yıllık Anadolu, Balkanlar , Kafkaslar ve Mezopotamya tarihi aynı zamanda bir Halkların birbirlerini boğazladığı bir tarih olarak bizlere miras kaldı. Tarihe bakarken hep karşı tarafı suçlamak artık herkesimin sarıldığı bir Vicdan rahatlatma argümanı haline geldi. Tarihten ellerimize bulaşan kanı görmeden hep işaret parmaklıklarımız başkalarını göstermekte.

Tarihe bir başka yanlış bakma şeklide Dualist bakmaktır. Hep iyiyi kendisi temsil eder, kötü hep başkasıdır. Bu yanlış bakış açısı zamanında Demirel’in kimse bana Milliyetciler adam öldürüyor dedirtemez lafını hatırlatır.

Başka örnek ise günümüzden 20 yıldır iktidar olan AKP kötü gidişattan hep muhalefeti sorumlu tutmakta. Aktüel Rusya-Ukranya savışında tüm kötülükleri Putin ve Rusyaya yıkarak kendi arka planlarında yaptıklarını örterken, Ruslara karşı başlattıkları faşizan insan avı normal birşeymiş gibi sunulmakta. Bu vesileyle hiçkimsenin Kanının daha kırmızı olmadığını Tarihe doğru bakarak görebiliriz.
Aşk ile Canlar
Faysal Aslaner 12.03.2022

SİVAS ALEVİ-KIZILBAŞLAR ÜZERİNE–Sait ÇETİNOĞLU

“Yeğenim bizde Ermeni malı var olmasına var emme, biz bunu paralan alduk!”
http://www.saitcetinoglu.com/sivas-alevi-kizilbaslar-uzerine/

Sivas şehri Ermeni Kral Senekerim tarafından kuruldu. Sivas, Senekerim’e Van karşılığında verilmiştir. Sivas ile ilgili incelemelerde de görüldüğü gibi, Sivas yoğun bir Ermeni ve Pontos’a dahil bölgelerde de yoğun bir Rum nüfus barındırmaktadır. Bunların yanında Alevi-Kızılbaş nüfusunda hatırı sayılır bir yeri ve ağırlığı vardır.

Ermeni ve Pontos Soykırımı döneminde hedef Ermeni ve Rum nüfus iken Soykırım sonrasından günümüze Alevi Kızılbaş nüfus hedefe oturtulmuştur. Ermeni nüfus gibi, Alevi- Kızılbaş nüfusun da Soykırım öncesinde hedef olduğunu söylemeliyiz.

Soykırım sürecinde Sivas’ta valilik görevinde bulunan valiler Muammer Cankardeş ve sonrasındaki Süleyman Necmi Selmen İTC’nin seçilmiş insanlarıdır. Vali yardımcısı Ahmet Kalaç da İTC’nin özel insanlarından biridir. Bu kişiler Kemalist döneme de yönetici olarak uzanırlar.

Sivas’ta soykırım en ince teferruatına varıncaya kadar düşünülmüş ve uygulanmıştır.

Sivas’ın bir başka özelliği de, 3. Ordu’nun savaş sırasında Sivas’ın gerisinde yeni bir hat oluşturmasıdır. Bu hatta konuşlanırken her savaşta olduğu gibi terk ettiği bölgeleri yakıp yıkarak geri çekilmiştir.

3.Ordu Sivas’ın gerisinde konuşlanırken Tekalif-i Harbiye yani ordu ihtiyaçlarının eskiden olduğu gibi yüklenecek Ermeni kalmadığından Rum ve alevi-kızılbaşlara yüklemiştir. Soykırım öncesi mükellefiyeti ile kalan bir şey varsa ellerinden alınmıştır. Kısaca donlarına varıncaya kadar soyulduklarını söyleyebiliriz.

Sivas Ermenileri

Her soykırımda olduğu gibi, Ermeni ve Pontos Soykırımında da erdemli kişiler olduğu gibi, işbirlikçiler de vardır. Bunların az yada çok oluşu önemli değildir. Soykırım sürecinde “temiz” kalmak da son derece zordur. Süreçte işbirliği esastır, zorunludur, soykırıma bulaştırılırlar. Sivas özelinde örneklersek Emir Marşan Paşa koruyu iken oğlu “exterminators”lerin başındadır. İşbirlikçiler ve soykırımcıların bir bölümü, Kemalist dönemde mecliste boy gösterirler.

“Koruyucular” ile ilgili başta Burçin Gerçek olmak üzere birçok çalışmaya imza atılmıştır. Bu konuda benim de yazmama karşın, konunun son derece nazik bir durum olduğunu söylemeliyim. “koruyuculuk”, yüz yıl önceki dedenin banka mevduatından torunun nemalanması gibidir.

Sivas bölgesinin bir bölümü 1920’lerin başında bir büyük darbe daha yemiştir. Topal Osman’ın bölgeden geçtiğini söylersek ne dediğimiz daha kolay anlaşılır. Dönemin meclis zabıtları da bu konudaki örneklerle doludur.

Sivas’ın Temecik köyü özeline gelirsek, Temecik köylülerinin Ermenilerin mülklerine el koymadıkları, balkan muhacirlerinden para ile satın alındığı papağan gibi tekrar ediliyor. Evet aynen öyle bir söylem her yerde esastır. “Yeğenim bizde Ermeni malı var olmasına var emme, biz bunu paralan alduk!”

Temecik Köyüne 1924 yıllarında balkan muhacirlerinin yerleştirilmesinin tamamlandığını kabul edersek, bunların buradan ayrılmaları 1929 yılına veya sonrasına denk gelir. 1929 yılı dünya ekonomik bunalımının korkunç yıllarıdır. TC’ de bundan en fazla etkilenen devletlerin başında gelir. Bunalımdan yoksulların daha fazla etkileneceği kuşkusuzdur. Bu korkunç bunalım döneminden etkilenmeden mülk sahibi olmak şaşırtıcıdır. Bu yıllar her şeyin sınırlı olduğu yıllardır. Muhtemelen Temecik’in Alevi-Kızılbaş köylülerinin de imkanları sınırlıydı. Bu sınırlı imkanlara sahip temecik Alevi-Kızılbaşlarının muhacirlerin topraklarını ucuza kapattıkları ifade ediliyor. Konunun araştırılması için tapu kayıtlarının açık olduğunu söylemek bir cehalet örneği olduğunu söylemek gereksiz.

Burada iki olgu gözden kaçırılmamalıdır. Birincisi, köylüler zor olsa da Ermenilerin soykırımına seyirci kaldılar, yada Soykırımcılarla işbirliği yaptılar. Ellerinde (bunalım yılları da olsa) maddi imkanlarının bulunması işbirliği olasılığını yükseltiyor. Zira biz biliyoruz ki; Sivas’tan gönüllü yada sürgün edilen yoksullar gibi, sürgün yiyen Alevi-Kızılbaş “dede”ler bile, hayatta kalabilmek için çok büyük zorluklarla baş başa kalmışlardır. Bunlar, büyük şehirlerde kapıcılık, odacılık, hamamlarda tellaklık… ve daha da aşağılık işlerle hayatlarını idame ettirmeye zorlanarak aşağılandılar.

Soykırım sürecinin sonuçlarından biri emval-i metrukeler ise bir diğer sonucu evlad-ı metrukelerdir. “Kurtarmanın” torunlara ödülü yanında, kurtarıcıların döneminde de kurtarıcılara ödül vardır. Gayrimüslim yetimlerin Müslümanlaştırılmasında ve evlat edinilmesine ödül konmuştur. Bu ailelere maaş bağlanmıştır. Bunların mirasına el koyma imkanı sağlanmıştır. Bir diğer ödül, Kadınların Müslümanlaştırılarak eş edinilmesinde de cinsel ödülün yanında, bu kurbanların mirası olan mal mülk de el koyanlara aittir. Kısaca kadın ve çocuklarla birlikte mal mülk sahibi olma imkanı doğmaktadır.

Tehcir kafilelerinin izlenerek zengin aile mensupların çalınmasına ve el konulmasının nedeni bu zenginleşme imkanıdır.

Neredeyse her ailede, bir babaanne yada anneannenin Ermeni kurban olması tesadüf değildir.

Resim: Çokkaryan ailesi, Gürün, 1902 civarı. Resimin kayanağı: houshamadyan.org

BİLİMLERİ VE SANATLARI DOĞURAN İNSANIN KÖTÜ YANLARI–Jean Jacques Rousseau

BİLİMLERİ VE SANATLARI DOĞURAN İNSANIN KÖTÜ YANLARI !

Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev—Jean Jacques Rousseau, S.19-20

Mısırlılardan Yunanlılara geçmiş eski bir geleneğe göre bilimleri icat eden, insanların rahatına düşman bir tanrıdır (1). Demek ki Mısırlılar, kendi yurtlarında doğan bilimler hakkında hiç de iyi bir düşünce beslemiyorlardı; Çünkü onlar bilimlerin hangi kaynaklardan çıktığını yakından görmüşlerdi. Gerçekten ister dünyanın eski tarihlerini karıştırın, ister şüpheli belgeleri felsefe yoluyla aydınlatın, insan bilgilerinin sanıldığı gibi güzel bir kaynağı olmadığını göreceksiniz.

Astronomi, boş inançlardan doğmuştur; güzel söz söylemek hırstan, kinden, dalkavukluktan ve hepsi birden, hattâ ahlâk bile, insanın kendine begenmişliğinden doğmuştur. Demek ki bilimleri ve sanatları doğuran bizim kötü yanlarımızdır; iyi yanlarımızdan doğsalardı meziyetlerinden daha az şüphe ederdik.

Doğuşlarındaki kötülük, amaçlarına bakınca büsbütün ortaya çıkar. Lüks olmasaydı, lüksün beslediği sanatları ne yapardık? Haksızlıklar olmasaydı, hukuk bilimi ne işimize yarardı? Zalim hükümdarlar, savaşlar, isyanlar olmasaydı tarih ne olurdu? Kısacası herkes yalnız insanlık görevlerini ve doğal ihtiyaçlarının düşünseydi, yalnız vatanını, mutsuz insanları ve sevdiklerini korumaya zaman bulsaydı, hayatını bu boş düşüncelere dalmakla geçirmek kimin aklına gelirdi?

Biz gerçeğin saklandığı kuyunun duvarlarına sarılıp ölmek için mi yaratıldık? Yalnız bu düşünce, kenidin felsefese verip gerçekten bilgi edinmek, isteyen insanı daha ilik adımlarında durdurmalıdır.

Bilim araştırmalarında ne tehlikeler, ne çıkmaz yollar vardır! Gerçeğe ulaşmak için, ondan gelecek iyilikten bin kez daha zararlı nice yanlışlıklardan geçmek gerekiyor! Bu işte zararlı olduğumuz ortada: Çünkü yanlış sonsuz biçimlere girebilir; doğru ise yalnız bir türlü olur. Zaten gerçeği gerçekten ve yürekten arayan nerede? En iyi niyetlerle yola çıksak bile, bulduğumuz şeyin doğru olduğundan nasıl emin olabiliriz? (2) Bütün bu karışık duygularımız arasında, doğruyu kestirecek olan kriteryum ne olacak? İşimiz rast gidip sonunda gerçeği bulsak bile onu iyiye kullanmasını bilecek miyiz? İşte işin en güç tarafı budur.

—————————

1) Prometheus efsanesindeki anlam açıktır; Onu Kafkasya’nın bir dağına çivileyen Yunanlılar, her halde Mısırlıların bilgi tanrısı Teuthus’tan iyi saymıyorlardı. Eski bir masalda şu vardır: “Orman tanrısı ateşi ilk gördüğü zaman onunla kucaklaşıp güreşmek istedi; ama Prometheus ona bağırdı ve dedi ki: ‘Orman tanrısı çenendeki sakaldan olursun, çünkü ona dokunan yanar.’ ”

2) İnsan ne kadar az bilirse o kadar çok bildiğini sanır. Peripatetisyenler bir şeyden şüphe ediyorlar mıydı? Descartes evreni küpler ve girdaplarla kurmuyor muydu? Bügün Avrupa’da en küçük bir fizikçi var mı ki elektrik denilen esrarlı kuvveti çarçabuk açıklamasın? O kuvvet ki gerçek filozofları belki hep ümütsizliğe düşürecektir.

EFENDİLER NEREYE–Refik Halit Karay

*** Refik Halit Karay’ın yurtdışına kaçan İttihatcıların peşinden yazdığı yazı;

“Ziyafet bitti, fakat ağzınızı silmeden, elinizi yıkamadan, bir de acı kahvemizi içmeden efendiler nereye?

Yaz başlangıcında sırtı karnına yapışmış, sarı, sıska, cansız birtakım tahta kuruları çıkar, iğne gibi vücudumuza batarlar, derimizi haşlarlar, kanımızı emerler, sonra sabaha karşı etli, canlı, iri yarı şuraya buraya kaçarlar… Galiba şafak attı, güneş doğuyor; tahta kuruları nereye?

Ücra dağ başlarında gözleri ateşli, dişleri keskin, tüyleri dimdik aç kurtlar vardır. Köpeksiz sürülere dalarlar, boyunları kaparlar, etrafa kan, kemik saçıp mideleri dolu inlerine kaçarlar. Galiba çoban göründü, köpekler hırlıyor; tok kurtlar nereye?

Kedisiz evlerde fareler vardır; kilerlere girerler, dolapları delerler, şunu, bunu kemirip, sağa sola koşuşup baş köşede gezerler, bir pıtırtı olunca deliklere girerler… Galiba koku aldınız, kedi geliyor; koca fareler nereye?

Dul annelerin haylaz çocukları vardır; sandıkları kırarlar, paraları çalarlar, bohçaları aşırıp Yahudi’ye satarlar ve sonra korkup sokak sokak kaçarlar… Galiba foyanız meydana çıktı, yakanız ele geçecek, ziyankâr evlatlar nereye?

Vurdular, kırdılar; yaktılar, yıktılar; astılar, kestiler; kastılar, kavurdular; nihayet leşimizi meydanlara sererek yılan gibi kaçtılar; memlekete düşmanları sokarak üstümüzden aştılar…

Eli sopalı, beli palalı, gözü kanlı paşalar damdan dama nereye?

O zamanlar kalemler kırık, gözler yumuk, boyunlar eğili, ağızlar kilitliydi. “Gel!” diyordunuz, halk karnını yerde sürüyerek ezile-büzüle koşuyor, ayaklarınızın altına sokulup tir tir titriyordu. “Git!” diyordunuz, kapıya kendini zor atıyor, merdivenleri dörder dörder atlayarak canını güç kurtarıyordu. Siz nazır değildiniz, derebeyliği yaptınız… Siz amir olmadınız, sergerdelik ettiniz… Siz valilik yapmadınız, asesbaşılık ettiniz… Efelere taş çıkardınız; zorbalara parmak ısırttınız; Çakıcı’ya rahmet okuttunuz. Kabakçı’yı gölgede bıraktınız… Biraz daha geçseydi evliya diye Patrona’lara türbe kurup başlarında kandil yakacaktık; “Muslî”leri [?] kahraman bilip namlarına heykel dikecektik, “Sakallı”lara can verip mevkilere geçirecektik.

“As!” deyince sıra sıra darağaçları kurulur, “Yak!” deyince alev alev meşaleler tutuşur, “Bas!” deyince tabur tabur jandarmalar üşüşürdü… Elinizde zindan anahtarları, belinizde idam ipleri, sırtınızda darağaçları vilâyet vilâyet dolaştınız; Ali’ye çattınız, Veli’ye bastınız, Ahmed’i kastınız, Mehmed’i kavurdunuz; beş senedir her tarafta kargalara insan leşinden öbek öbek ziyafetler çektiniz; akbabaları çocuk ölüsü ile besleyip kartalları artık adam etinden tiksindirdiniz…

Muhalif mi? Al aşağı… Muharrir mi? Vur başına… Türk mü? Sür ölüme… Rum mu? İste parasını… Ermeni mi? Kes kafasını… Arap mı? Çek ipe… Kadın mı? Gönder eve… Haydut mu? Buyurun köşeye… Külhanbeyi mi? Gelsin yanıma… Yahudi mi? Sor fikrini… Kalan kimseye at sopayı… Paraları koy cebine, işte sizin programınız bu!

Hani Karagöz’de “Kanlı Nigâr” oyunu vardır, “Urun kızlar kol demirini!” derler de kapılar kapanır, avane üşüşüp anadan doğma soyarak misafiri çırılçıplak dışarıya fırlatır… İşte siz böyle yaptınız, boğazları kapatıp içeride keyfinize gideni işlediniz, kimimizi soydunuz, kimimizi vurdunuz.

“Açılır besmeleyle her sabah dükkanımız/ Celladbaşı Kara Ali pîrimiz üstadımız” levhasını başınızın ucuna asıp palalarla sopalarla işe giriştiniz; sürülerle insanları dağ başlarına götürüp satırlardan geçirdiniz, babaları, evlâtları yoktan yere harcayarak Anadolu içerisinde dul kadından, yoksul yetimden başkasını bırakmadınız. Ne oluyordunuz? Bu kanlı işgüzarlıklar, bu canavar akını, bu fitne ve fesat siyaseti ne fayda verecekti? Ne kazanacaktık? Dünyayı mı alacak, Mısır’a sultan mı olacak, Hind’e şah mı gidecektik?

Sizin sadrazamlıkla, seraskerlikle, nazırlıkla gözleriniz doymamıştı, a padişah heveslileri… Şam’da, Halep’te az daha namınıza hutbe okutup, isminize sikke kestirecektiniz… Yiğitlik sizde, kahramanlık sizde, avurt zavurt sizde, caka tavır, hepsi sizdeydi… Şimdi böyle sinsi sansar gibi tavandan tavana nereye?

Evet, nereye gidiyorlar? Mahalle kahvesinden bir adımda sadarete, meyhane peykesinden bir basışta nezarete, tulumbacı koğuşundan bir hamlede vilâyete eren bu türediler nereye gidiyorlar? Kendileri kürklere büründüler, milletin derisini soydular. Kasalarına altın doldurdular, bizim cebimize kâğıt tıktılar; halk seril-sefil cami avlularında yatarken çiftlikler aldılar, kâşaneler yaptırdılar. Açlıktan ölenlerin lokmasını ağzından çalarak haspalara ziyafet çektiler; susuzluktan bunalanların destisini aşırıp havuzlarını doldurdular, içinde kayık yüzdürdüler… Han, hamam yıktılar, darağaçları kurdular; hanümanlar söndürüp memleketler yaktılar; yağ aldılar, bal sattılar, yün çaldılar, pamuk attılar… Ne çocuk dediler ne ihtiyar; ne padişah tanıdılar ne nizam; ne merhamet bildiler ne insaf… Halk açlıktan sokaklarda pösteki kemirirken onlar konaklarında bülbül beyni yediler, kuş sütü içtiler… Anamıza sövdüler, babamızı dövdüler, tırnaklarımızı söktüler, hülâsa bacağından yakalayıp bu devleti yerden yere vurdular, paçavraya çevirdiler.

İşte milleti büsbütün öldürdüklerinden emin olsunlar; zira damarlarımızda bir damla kan, kollarımızda bir zerre kuvvet kalmış olsaydı yakalarından yapışır öcümüzü alırdık… Halbuki kollarını sallaya sallaya, yüzümüze tüküre tüküre gittiler…

Aşkolsun! At da size yaraşır, meydan da… Bizde bu ölü kan, sizde o yaman surat olduktan sonra bir gün olur yine gelirsiniz. Eteklerinizi öptürüp ciğerlerimizi söndürürsünüz. Biz size: “Kırk katır mı, kırk satır mı?” diye soramadık; yarın sizin bize:

– “Ölümlerden ölüm beğen!” demek artık hakkınızdır. Layıkımız olan paşalar! Topumuzun kafasını bir kılıçta çıkarmadan nereye?

ASLINI İNKAR EDEN HARAMZADEDİR–Veli AY

ASLINI İNKAR EDEN HARAMZADEDİR!!!

Bilmeyenler ne bilsin bizi

Bilenlere selam olsun..

Hakikat ve ona dair kelamlar yok olmaz yok edilemezdi.. Evrenin bir köşesinde bir çırpıda suratınıza,  yüreğinize tüm çıplaklığıyla çarpı verirdi. Can Yunus’umun bu kelamı düşüverdi aklıma.. Karşımda oturan cem evimizin emektarı bir amcamızın sözleriyle uyandım.. „Oğul o neydi“.. Halk dilinde argoya kaçarak devam etti; „Isparta’da bizleri devletin kuçağına oturttular. Yuh olsun onlara“ diyerek devam etti.. „Yıllarca bunun için mi mücadele ettik. Oysaki canları bir araya getirmek için, bu cem evlerini yaratmak için ne zorluklar çektik.. Hainin zalimin alevi düşmanlarının önünde gülbang vermekte neyin nesi“.. Çok kızgında, yılların emektarı, yaşadığı zorlukları yüzünün derinleşen çizgilerinde gizlenmiş Amcam..

Utandım..
Babam düştü aklıma..
Yıllar önce kaybettiğim o nazlı Pirim..
Kötülük fesatlık bilmeyen, yeşile çalan, çakmak çakmak parlayan gözleri.. Sadece gözleri değil teni, yüreği, yüzüde parlardı onun.. Taliplerinin, komşularının, kardeşlerinin, çocuklarının sevgisini kazanmış, bunu şakacılığı, yardımseverliği, insancılığı, insana verdiği güvenle kazanmıştı.. Hayatı zor geçmişti..

38 denilen soykırımı görmüş yaşamış, yaralarının derinliğine rağmen hiç bir zaman o soykırımdan bizlere bahsetmemişti.. Babasını soykırımda kaybettiğinde daha 12 yaşlarında imiş.. Kurşunu dizilen bir grupta ölülerin altında çıkan bir kız çocuğu küçük kardeşini kuçağına alıp evlerimizin alt kısmında bulunan bizlerin dalık diye nitelendirdiğimiz bodur ağaçların ve bitkilerin bulunduğu yere sığınmışlardı.. Nenem evlerimizin önünde geçen 38’de içinde su yerine kan aktığı söylenen Harçık Çayı’nda su almaya gelirken fark etmiş onları.. 11 yaşlarında üstü başı kan olan bu çocuk kardeşinin sesi duyulmasın diye ağzını elleri ile kapatmaya çalışırken bulmuş onları..

 

Kundaktaki kardeşi ac-perişan.. Ne kadar kapatabilirsin ki ağzını.. Ne kadar engelleyebilirsin ki aclık çığlığını.. Nenem kimsenin görmediği akşam saatinde çocuğa temiz giysi ve yiyecek, kardeşi içinde süt götürmüş kendilerine.. Evet kimseler görmemeliymiş.. Devletin kesin emri varmış.. Kim evini soykırıma uğratılacak ailelere, onların çocuklarına açarsa, onlara yardım ederse aynı son onlarada yaşatılacaktı… Tam bir ölüm kalım zamanıydı.. Bir kaç gün o zavallı çocuklara gizlice yardım ettikten sonra onları evine getirmeye karar vermiş. Fakat bir ailenin ihbarı üzerine köy basılır o kız çocuğu kardeşini alıp kendini Harçık Suyunun bağrına bırakırlar.. Katillerin eline düşmektense kendi sularının koynunda ölmeyi yeğlerler..

 

Babamdan bu hikayeyi duyduğumda çoktan otuzumu geçmiştim. Neden şimdi anlatmıştı.. Neden bu kadar beklemişti.. Anlatırken o yeşilimsi gözlerinden bir kız çocuğunun bata çıka yaşam mücadelesini gördüm.. Gözlerden dökülen yaşlar Harçık Nehrini arındırıyordu.. O caresizliği, iki küçük çocuğu kurtaramamanın acısını hale yüreğinde hissediyordu canım pirim..

Ocakzadeliğin vermiş olduğu cümle canı yaşatmak onu canından evvel bilmek ilkesiyle büyümüştü. Talibinin canı acısa kendisinin eti acırdı.. O kadar kötülük görmesine rağmen asla kimseye kırılmadı. Kimseye kin düşmanlık beslemedi..

Sonra o gözler donuklaştı birden..
Köye gelen asker o çocuklara yardım etmiş diye dedeme işkence yapıp evini yakmışlardı..
Bir kaç gün sonra da dedem Hakk’a yürümüş. İşte böyle bir zor zamının çocuğuydu nazlı Pirim..

Hatırlarım da gıda ambargosu dönemiydi. 90’lı zor yıllar. Benim de lise yıllarım. Un, ekmek, çay yazdırmak için babam ile gittimiz karakolda bir insanın günlük ihtiyacını karşılayacak miktarın çok altında yazmışlardı..

Devletin bizleri resmen aclıkla terbiye etmek istediği dönemlerdi. Çok kızmıştım. Komutana o gençlik cesaretiyle neden bize daha az bir miktarın verildiğini sorduğumda, sizin dosyanız mühürlü dedi. Bu mühür kalkmadıkca sizlere hep böyle davranılacak. Devletin daireleri dahil, devletin hiç bir hizmet alanında çalışamayacaksın diye ekledi. Bu gerçekti. Devlet dairesine girebilen bir kardeşim olmadı..

Bir anda kafası önüne eğildi babamın.. Tanıyordu bu karakolları..
Devrim hayaline kapılmış çocuklarından dolayı çok çağrılmış kaba dayak yemiş, çok hakaretlere uğratılmıştı. Devletin aileleri fişlediği bu mührün anlamını çok iyi biliyordu. Akşam eve dönerken çay almıştı. Çayımız kalmamıştı..

Fakat izin kağıdında çay yazılmamıştı. Yinede aman en olursa olsun deyip aldı yanına. Belediye arabamız köprüdeki kontrol noktasına geldiğinde her zamanki gibi durdurulduk. Bizlere suçluymuşuz gibi bakan gözlerle bir komutanın inin aşağı diye bağırışını duyduk. Kimlik ve gıda kontrolü yapacaklardı. Babamdaki çay otunu fark etmeleri çokda uzun sürmedi. Amca bunu niye aldın kağıdında çay yazmıyor dedi komutan. Babam çayımız kalmadı deyip ne yapayım almayayım mı diye karşılık verdi. Komutan izin vermiyeceğini onlara bırakması gerektiğini bir daha ekledi. Babam komutanın elindeki çay otunu alıp o hışımla açarak yere döküp üstünde tepinmişti..
Bu fukara adamın aldığı bir çay otunada göz dikmişti bu ceberrut devlet. O da boyun eğmedi bu devlete. Sizede bırakmam dedi..

 

Evet üniformaları, komutanları onların o insanlıktan nasibini almamış seslerini, emirlerini, evlerinin basılmasını, kapılarının kırılmasını, kaba dayağı, hakarete uğramayı çok iyi bilirde babam..

Oysaki nazlı bir aileden soydan gelirdi. Taliplerinin gülüydü. Aşık ile maşuk gibiydiler..
Ah bu zulümkar askerlerde olmasaydı iyi idi..

Çocukları kendini bir sevdaya kaptırmışlardı. Sevdalıydılar onlar. Güzel arkadaşları, güzel dostlukları, mücadeleleri vardı. Ama yol tehlikeli, ölümcül bir yoldu.. O dönemde devrimci mücadele vermek ailesiyle birlikte kelle koltukta dolaşmakla eş değerdi.. Bu zamanı da gördü babam.

 

Çatışmada vurulan çocuğunu, askeri cezaevinde işkence edilen çocuğunu, yıllarca hapishanede kalan çocuğunu gördü. Arkasından okuma yazması olmamasına rağmen avukat avukat dolanan çocuklarına zarar gelmesin diye uğraşan canım babam.

 

Cunta dönemiydi.. Ben doğmuşum.. Hayatımda hiç göremediğim abim bana ismimi vermiş MEHMET ZEKİ.. Eskiden devrimcilerde gelenekti. Yitirdikleri dava arkadaşlarının ismini yeni doğan çocuklarına, yiğenlerine, kardeşlerine verirlerdi. Böylece hem mücadelerinin hemde mücadelede düşen yoldaşlarının isimlerinin yaşatılacağına inanırlardı..

Benim hikayemde böyleydi. MEHMET ZEKİ ŞERİT’ten almıştım ismimi. İşkence ile katledilen o büyük devrimciden.. Çerkez halkının yiğit evladından.. Fakat nüfus dairesi kabul etmemişti bu ismi. Babamda dayımın ismini Veli’yi bana yazdırmıştı. Bu isme hiç alışamamıştım. Zaten bu isimle tanışmam ilkoluda gelmemle olmuştu. Veli.. Köyde, evde tüm tanıdıklarım bana Mehmet Zeki der. Hala öyledir bu.. Veli zoraki bir isim oldu bende. Hiç bir zaman alışamadığım kabullenemediğim bir isim..

Universite yıllarında insanlardan yanlızca bu ismi duya duya bir ara alışır gibi oldum. Fakat yine onunla aramızda her zaman bir mesafe oldu.. İnsanlar Veli diye seslendiklerinde dönüp bakmazdım bile. Bana seslendiklerini düşünmezdim. Her sabah kalktığımda güneşin karşısında minnet eden anamın „Memedim Omedyam“ deyip beni çağırması gözlerimden öpmesiyle adete büyülenmiştim.. O isimde beni benliğimi çeken bir şey vardı. Benim künyemdi adeta..

Şimdi ise Isparta’da bizleri MHP-AKP-İYİ PARTİ’ye, onlarla protokol yapma merakına satan yöneticilerimizin çamur atma aracı haline getirilmiş durumda..

 

Onlar adına iş tutan dernek dernek arayıp bu gerçek adını kullanmıyor MEHMET ZEKİ diye sahte isimle kendine Facebook ‘da hesap açmış diyen insanlıktan nasibini almamışlara şunu söyleyebilirim. MEHMET ZEKİ benim takma ismim değil, benim gerçek ismimdir. Benim künyemdir. Yaşadığım, aileme yaşatılan acıların sembolüdür.. Sizin gibi bedel ödememiş koltukçu insanlar bunu anlayamaz..

En son genç bir yönetici kadın arkadaşımıza giydiği tişört’te yazılan sözler üzerine dernek dernek arayıp karalayan yüzsüzlerde sizler değil miydiniz? Yaptıklarınız yüzünden o arkadaşımız şimdi alevi hareketinin dışında durmak istedi.

 

Yüzsüzlükleri, çamur atmayı, bizlerin aidatlarıyla Maraş’a gidip MHP’ye saydırıp, Isparta’da onlarla protokol yapmayı, cem evinin temelini atmayı utanmadan da bunu normalleştirmeye çalışmayı en iyi sizler bilirsiniz..

 

Ağzınız açıldığında hepiniz aleviliğin kitabını yazmışsınızdır. Hepiniz Pir Sultan, Nesimi..
AKP-MHP karşısında utanmadan gülbang veren, onların sözüyle alevi yöneticisine sözünüzü bitirin deyip kürsüden indiren sizler değil miydiniz? Bilerek isteyerek bu organizasyonun bir parçası olanda sizler değil miydiniz? Kim zorladı sizi? Kime sordunuz bu işi yaparken? Sonra biz karşı çıksaydık Madımak gibi yakarlardı deyip Madımakta yitirdiğimiz değerlerinizin ruhunuda inciten sizlersiniz.. Siz kim  Sivasta yitirdiğimiz 33 canımız kim. Onlarda sizler gibi korksalardı şimdi yaşıyor olacaklardı..

 

Hepiniz hayatınız boyunca bu Isparta onursuzluğuyla yaşayacaksınız..

Oraya buraya saldırarak en iyi savunma saldırıdır diyerek yaptığınız bu düşkünlüğü unutturamayacaksınız..

 

Bakın sizlere ne anlacağım. Özel timlerin çatışma sonrası ineklerini otlatmaya götüren 75 yaşındaki babamı zorla döverek bir panzere atmışlardı. Bu çatışmada üç özel tim vurulmuştu ve öç almak istiyorlardı. Panzerde sormuşlardı: „söyle bakalım ihtiyar bu işin bu kargaşanın sorumlusu kimdir“ diye.  Babam korkusuzca o panzerde cesedinin çıkacağını bile bile „bu işin sorumlusu şerefsiz Türkeş ve Erbakandır“ demişti.. Tüm gün gezdirmişler, dövmüşler, hakaret etmişler, su vermemişlerdi. Gece karanlığı içinde herşeye rağmen gülen bir cift gözle bizlere doğru geliyordu. Biz ise onu çoktan kaybettiğmizi, öldürülüp bir yerlere gömüldüğünü düşünüyorduk. O zamanlar bile katilin, zalimin karşısında dik durmayı bildi pirim. YA SİZLER? İtle köpekle cem oldunuz.. Onlara gülbang verdiniz. Bizleri katleden ve silah arkadaşları için saygı duruşunda bulundunuz. Tek eksiğiniz vardı, „KILICINIZ KESKİN OLSUN“ sözünü eklemeyi unuttunuz..
Aşk ile
Veli AY
16.10.2021

ÂŞIKPAŞAZÂDE’NİN ESİR TİCARETİ

ÂŞIKPAŞAOĞLU

TARİHİ-Nihal Atsız, MEB 1970, 1. Baskı  


S.134
Belgrad’ın üzerine düştü. Hisara cenk eder gibi oldular. Sava suyunu geçtiler. Bili- ne’ye79 akın saldılar. Gaziler şöyle doyum geldiler ki . bir çizmeye bir nefis cariye verirlerdi ki kucaklamaya yarar. Ben dahi orada idim. Yüz akçaya altı yedi yaşında bir iyi oğlan aldım. Ama ata hizmet eder esiri yüz elli akçaya verirlerdi. O seferde akıncılardan bana dahi yedi kul ve cariye düştü,

öyle olmuştu ki asker yürüse esir kalabalığı askerden ziyade idi. Elhâsıl şöyle anlatıldı ki İslâmlık zuhur edeliden beri gaziler gaza ederlerdi, bunun gibi gaza vâki olmadı dediler. Hatta dediklerinden de daha ziyadedir. Fakir dahi bir gün hünkâra gittim. Ben fakire esir verilmesini buyurdu. Buyurduktan sonra ben dedim ki: “Devletli sultanım! Bu esiri, götürmeye at gerektir ve bu yolda harçlık dahi gerektir”. Beş bin akça ve iki at verdi. O sefer dokuz baş esir üe Edirne’ye geldim. Dört atım dahi vardı. Edirne’de bu esirleri üçer yüz akçaya verdim. Bazısını ikişer yüz akçaya satıp harçlık edindim ve devletli hünkâra dualar ve senâlar ettim.

S.137

Vallahi ben dahi kırdığımdan gayrı beşini esir ettim. Üsküb’e getirip beş esiri o zamanda dokuz yüz akçaya sattım.

* * * * *

Tevarihi Al-i Osman Aşıkpaşazade Tarihi

Hazırlayan: Ayşenur Kala, Kamer Yayınları 2013,  S.219

  1. Bölüm

Bu Bölümde Sultan Murad Han Gazi’nin Belgrad’da gidip Ne Yaptığı anlatılır

Sultan Murad Üngürus (Mcaristan) ülkesini görünce Belgrad’ın Üngürus’un kapısı olduğunu anladı. Bu kapıyı açmak istedi. Asker toplayıp, Belgrad’ın üzerine yürüdü. Hisara savaşır gibi oldular. (Sava) nehrini geçip İline’ye 243 akın ettiler. Gaziler çok ganimet elde etti. Öyle ki bir çizmeye bir cariye alınabiliyordu.

Ben fakir de yüz akçeye bir oğlan aldım. “İslam ortaya çıktığından beri böyle gaza olmadı” derlerdi, bu doğrudur.

Ben fakir de o seferde bulunmuştum. Bir gün Hünkar’a vardım. Bana esir verdi. Ben, “Devletlü Sultanım! Bu esiri götürmeye at gerekir. Bunun için de akçe gerekir” dedim. Beş bin akçe ve iki at verdi. Dokuz baş esir ve dört atla Edirne’ye geldim. Esirlerin bir kısmını üçer yüz bir kısmını da ikişer yüz akçeye sattım.x

* * * * *

Osmanlı Tarihi-İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Cilt 1 Sayfa 418 PDF Sayfa 365

694 Aşık Paşa zade, Belgrad muhasarası esnasında Macaristan topraklarına akın yapıldığını ve pek

ziyade doyum olduğunu ve bir cizmeye bir cariye verildiğini ve bunun muslumanlığın en buyuk gazası

olduğunu soyledikten sonra “ben fakir dahi o seferde bile idim, birgun hunkara vardım. Ben fakire esir

buyurdu; ben dedim ki devletlu sultanım! bu esiri goturmeğe at gerektir ve bu yolda akce gerek dedim,

beş bin akce ve iki at verdi; dokuz baş esir, dort atla Edirne’ye, geldim, ucer yuz akceye verdim ve

bazısını ikişer yuz akceye verdim. Bu gazanın tarihi sekiz yuz kırk ikisinde vaki oldu.. .” (s. 125)

s.(125) Âşık Paşa Zâde Tevarih-i Al-i Osman (Ali Bey neşri 1932 İstanbul) S. 125

Ahiler ve Babâiler –İsmail Hakkı Uzunçarşılı

Ahiler ve Babâiler
Osmanlı Tarihi Cilt 1 – İsmail Hakkı Uzunçarşılı

S.530-532

Osmanlı devleti kurulurken Anadolu’daki Ahi ve Babâî ve Mevlevi tarikatleri en faal devirlerini yaşıyorlar ve bu kıt’ada mevcud beylikler üzerinde nüfuzlarım gösteriyorlardı; bundan dolayı bu tarikat zümrelerinden bilhassa ilk ikisinin Osmanlı beyliği muhitinde de

faaliyetleri görülmekteydi. Bu suretle Anadolu’da yayılan tasavvuf cereyanları XIV. yüzyıl sonuyla bilhassa XV. yüzyılda kuvvetli olarak meydan almış ye bunda beylikler tarafından gösterilen himaye de müessir olmuştu. Tasavvufî eserler manzum ve mensur olarak

yazılmaktaydı. XIV. yüzyıla ait Âşık Paşa, Yunus Emre ve Sultan Veled divanları ve saire ile XV. yüzyıl’daki Kemal Ümmî, Nesimî ve Eşref zade Abdullah-i Rûmî divanları ve yine Eşref oğlu’nun (vefatı 874 H./1469 M.) Hayret-nüma ve 852 H./1447 M. de yazılmış ahlâka dair kıymetli bir eser olan Müzekkin-nüfus isimli eserleri ve Hatiboğlu’nun Hacıbektaş Velâyetnâmesi tercemesi ve bunlardan başka manzum ve mensur daha bir çok risaleler ve manzumeler yazılmıştır.

Osmanlı devletinin temeli atılırken bu beylik, ahilikten ve ahî reislerinin nüfuzlarından istifade etmişti; filhakika Osman Gazi’nin kayın babası Şeyh Edebah o tarihlerde ahilerin ulularından bulunduğu gibi Ahî Hasan, Ahî Mahmud, Candarlı Kara Halil de aynı tarikatta

bulunarak hizmet ediyorlardı. Ahî Hasan’m nüfuzu ve hizmeti tarihçe de malûmdur. Ahilerin bu nüfuzunu XV. yüzyıl’m ilk yarısında da görmekteyiz 901.

 

Ahî tarikatı reisliğinin Şeyh Edebalı’dan sonra kime geçtiğini bilmemekle beraber bunun daha sonra I. Sultan Murad’a intikal eylediğini biliyoruz; bu cümleden olarak Murad Gazi’nin

Gelibolu’daki ahî reislerinden Ahî Musa’ya verdiği 767 Receb/1366 Mart 14 tarihli icazetname ve vakıfnamede: “. . . ahilerimden kuşanduğum kuşağı Ahî Musiya (Musa’ya) kendü elümle kuşadup Magalkara’da (Malkarada) ahî diktim ve bu Ahî Musa veya evlâdlarından kimesneyi ihtiyar idüp ya akrabalarından veya güğeygülerinden ahilik icazetin virüp bizden sonra yerümüze ahî sen ol diyeler ki bunlar fevt olduktan sonra şer’ile sabit ve zahir ola….” kaydı bunu göstermektedir902.

Osmanlı beyliği kurulurken ahîlikden başka Alperenler denilen ve Babâî tarikatinden olan Gazilere ehemmiyet verilmiş ve bunlar için zaviyeler yapılmıştı; Orhan Bey’in maiyyetinde muhtelif savaşlara iştirak etmiş olan Geyikli Baba, Abdal Musa, Abdal Murad ve Duğlu

Baba ve emsali babalar, sonradan adını bektaşiliğe çeviren Babâî tarikatine mensup Alp-erenlerden idiler. Orhan Gazi zamanında Bursa’mn Uludağ (Keşiş dağı) eteğinde Babâîlere mahsus zaviyeler yaptırılmıştı. Yine bu zümreye mensup olarak Bursa Yenişehir’inde bulunan Postinpuş Baba’ya I- Murad tarafından bir zaviye inşa ettirilmişti. *

 

Orhan Gazi, kendilerinden istifade ettiği Babâîlere riayet etmekle beraber, onların herhangi bir ayaklanmalarına karşı da kontrolü ihmal etmemekte idi; hattâ Bursa etrafında çoğalıp akidelerini neşretmekte olan Abdal, Torlak ve Işık’ların (Babâîlerin) vaziyetlerini teftiş ve tahkik ettiren Orhan Gazi, bunlardan muzır akide neşredenlerin çerağ ve bayraklarını ellerinden alıp memleketinden kovmuştu 903. Babaîlik daha sonraları yeniçeri ocağına

girmiş ve halifeleri vasıtasiyle Babâîlerden olup XIII. yüzyılın ikinci yarısında vefat etmiş olan Hacı Bektaş-ı Veli’ye nisbet edilmiştir 904.

 

XIII. yüzyıldan başlıyarak XVI. yüzyıl sonlarına kadar Anadolu’nun siyasî ve içtimaî hayatında, Babâî, Kalenderi, Torlak, Samavnah, Işık gibi muhtelif isimler altında Babaîliğin kasaba, koy ve aşiretler arasında yayılmış olduğu görülmektedir. Babâîler en çok Sivas, Çorum, Yozgat, Aydın, İzmir, Balıkesir, Kuzey Anadolu (Giresun’dan Sinop’a kadar olan saha) ve Konya, Antalya ve havalisinde akidelerini yaymışlardı. Bunların XVI. yüzyıl başlarından itibaren Rumeli’de de faaliyette bulunduklarını görmekteyiz 905.

 

Bu zümreler arasında hurufîliği neşreden Fazlullah’m halifesi Seyyid Nesimî ve taraftarlarının Anadolu’daki propagandaları kendilerine epey taraftar kazandırmış ve bunun neticesi olarak hurufîlik süratle yayılmağa başlamış ve bu hususta Nesimî’nin müridi Refiî’nin eserlerinin mühim tesiri görülmüştür; Refiî’den sonra Feriştehoğlu (Ibn-i Melek) ve Viranı Baba gibi hurufîler de aynı tarzda akidelerini yaymışlardır; hurufîlik daha sonraları bir çok tarikatlerle bu tarikatlere mensup mutasavvıfların eser ve manzumelerinde de kendisini göstermiştir. 906

901 Aşık Paşa zade tarihi s. 101.
902 Tarih vesikaları dergisi sayı 4, sene 1941 Birinci Kanun.
903 ibni Kemal Tarihi (Nur-ı Osmaniye nushası), Numara 3078, varak 53 B.
904 676 H./1277 M. de tertip edilmiş olan Ahi Evren’in Kırşehir vakfiye-sindeki kayıttan (Ali Emin tasnifi vesikalar) Hacı Bektaş’in 1277’den evvel vefat ettiği anlaşılıyor.
905 Ali (basılmamış nusha) varak 146, Şair Hayali maddesi ve Kınalı zade tezkiresi’ndeki aynı isim. Bunlardan başka diğer tezkirelerde bazı kayıtlar vardır.
906 Ord. Prof. İ. Hakkı Uzuncarşılı, Buyuk Osmanlı Tarihi, Turk Tarih Kurumu Yayınları : 1 / 530-532

——————
güğeygülerinden: Güveylerinden, damatlarından

NOT: Dipnot numaraları Kitab her sayfa için yeni numara verilmiştir. PDF versiyonundan takip eden numaralar verildiği için farklılık vardır.
Bu metin Kitab’da 530-532 sayfalarda, PDF versiyonunda 469-471 sayfalarda bulunmaktadır (Y. Demir)

SİVAS ALEVİ-KIZILBAŞLAR ÜZERİNE–Sait ÇETİNOĞLU

“Yeğenim bizde Ermeni malı var olmasına var emme, biz bunu paralan alduk!”
Sivas Alevi- Kızılbaşlar üzerine zeyl…

Sivas şehri Ermeni Kral Senekerim tarafından kuruldu. Sivas, Senekerim’e Van karşılığında verilmiştir. Sivas ile ilgili incelemelerde de görüldüğü gib, Sivas yoğun bir Ermeni ve Pontos’a dahil bölgelerde de yoğun bir Rum nüfus barındırmaktadır. Bunların yanında Alevi- Kızılbaş nüfusunda hatırı sayılır bir yeri ve ağırlığı vardır.

Ermeni ve Pontos Soykırımı döneminde hedef Ermeni ve Rum nüfus iken Soykırım sonrasından günümüze Alevi Kızılbaş nüfus hedefe oturtulmuştur. Ermeni nüfus gibi, Alevi- Kızılbaş nüfusun da Soykırım öncesinde hedef olduğunu söylemeliyiz.

Soykırım sürecinde Sivas’ta valilik görevinde bulunan valiler Muammer Cankardeş ve sonrasındaki Süleyman Necmi Selmen İTC’nin seçilmiş insanlarıdır. Vali yardımcısı Ahmet Kalaç da İTC’nin özel insanlarından biridir. Bu kişiler Kemalist döneme de yönetici olarak uzanırlar.

Sivas’ta soykırım en ince teferruatına varıncaya kadar düşünülmüş ve uygulanmıştır.

Sivas’ın bir başka özelliği de, 3. Ordu’nun savaş sırasında Sivas’ın gerisinde yeni bir hat oluşturmasıdır. Bu hatta konuşlanırken her savaşta olduğu gibi terk ettiği bölgeleri yakıp yıkarak geri çekilmiştir.

3.Ordu Sivas’ın gerisinde konuşlanırken Tekalif-i Harbiye yani ordu ihtiyaçlarının eskiden olduğu gibi yüklenecek Ermeni kalmadığından Rum ve alavi-kızılbaşlara yüklemiştir. Soykırım öncesi mükellefiyeti ile kalan bir şey varsa ellerinden alınmıştır. Kısaca donlarına varıncaya kadar soyulduklarını söyleyebiliriz.

Her soykırımda olduğu gibi, Ermeni ve Pontos Soykırımında da erdemli kişiler olduğu gibi, işbirlikçiler de vardır. Bunların az yada çok oluşu önemli değildir. Soykırım sürecinde “temiz” kalmak da son derece zordur. Süreçte işbirliği esastır, zorunludur, soykırıma bulaştırılırlar. Sivas özelinde örneklersek Emir Marşan Paşa koruyu iken oğlu “exterminators”lerin başındadır. İşbirlikçiler ve soykırımcıların bir bölümü, Kemalist dönemde mecliste boy gösterirler.

“Koruyucular” ile ilgili başta Burçin Gerçek olmak üzere birçok çalışmaya imza atılmıştır. Bu konuda benim de yazmama karşın, konunun son derece nazik bir durum olduğunu söylemeliyim. “koruyuculuk”, yüz yıl önceki dedenin banka mevduatından torunun nemalanması gibidir.

Sivas bölgesinin bir bölümü 1920’lerin başında bir büyük darbe daha yemiştir. Topal Osman’ın bölgeden geçtiğini söylersek ne dediğimiz daha kolay anlaşılır. Dönemin meclis zabıtları da bu konudaki örneklerle doludur.

Sivas’ın Temecik köyü özeline gelirsek, Temecik köylülerinin Ermenilerin mülklerine el koymadıkları, balkan muhacirlerinden para ile satın alındığı papağan gibi tekrar ediliyor. Evet aynen öyle bir söylem her yerde esastır. “Yeğenim bizde Ermeni malı var olmasına var emme, biz bunu paralan alduk!”

Temecik Köyüne 1924 yıllarında balkan muhacirlerinin yerleştirilmesinin tamamlandığını kabul edersek, bunların buradan ayrılmaları 1929 yılına veya sonrasına denk gelir. 1929 yılı dünya ekonomik bunalımının korkunç yıllarıdır. TC’ de bundan en fazla etkilenen devletlerin başında gelir. Bunalımdan yoksulların daha fazla etkileneceği kuşkusuzdur. Bu korkunç bunalım döneminden etkilenmeden mülk sahibi olmak şaşırtıcıdır. Bu yıllar her şeyin sınırlı olduğu yıllardır. Muhtemelen Temecik’in Alevi-Kızılbaş köylülerinin de imkanları sınırlıydı. Bu sınırlı imkanlara sahip temecik Alevi- Kızılbaşlarının muhacirlerin topraklarını ucuza kapattıkları ifade ediliyor. Konunun araştırılması için tapu kayıtlarının açık olduğunu söylemek bir cehalet örneği olduğunu söylemek gereksiz.

Burada iki olgu gözden kaçırılmamalıdır. Birincisi, köylüler zor olsa da Ermenilerin soykırımına seyirci kaldılar, yada Soykırımcılarla işbirliği yaptılar. Ellerinde (bunalım yılları da olsa) maddi imkanlarının bulunması işbirliği olasılığını yükseltiyor. Zira biz biliyoruz ki; Sivas’tan gönüllü yada sürgün edilen yoksullar gibi, sürgün yiyen Alevi-Kızılbaş “dede”ler bile, hayatta kalabilmek için çok büyük zorluklarla baş başa kalmışlardır. Bunlar, büyük şehirlerde kapıcılık, odacılık, hamamlarda tellaklık… ve daha da aşağılık işlerle hayatlarını idame ettirmeye zorlanarak aşağılandılar.

Soykırım sürecinin sonuçlarından biri emval-i metrukeler ise bir diğer sonucu evlad-ı metrukelerdir. “Kurtarmanın” torunlara ödülü yanında, kurtarıcıların döneminde de kurtarıcılara ödül vardır. Gayrimüslim yetimlerin Müslümanlaştırılmasında ve evlat edinilmesine ödül konmuştur. Bu ailelere maaş bağlanmıştır. Bunların mirasına el koyma imkanı sağlanmıştır. Bir diğer ödül, Kadınların Müslümanlaştırılarak eş edinilmesinde de cinsel ödülün yanında, bu kurbanların mirası olan mal mülk de el koyanlara aittir. Kısaca kadın ve çocuklarla birlikte mal mülk sahibi olma imkanı doğmaktadır.

Tehcir kafilelerinin izlenerek zengin aile mensupların çalınmasına ve el konulmasının nedeni bu zenginleşme imkanıdır.

Neredeyse her ailede, bir babaanne yada anneannenin Ermeni kurban olması tesadüf değildir.

 

Foto:Sivas Surp Kevork Kilisesi

—————————————-
*** Bu ekler yazının orjinal haline dahil değildir

*Ahmet Muammer Cankardeş
(d. 1875, İstanbul) – (ö. 14 Kasım 1928), Türk bürokrat ve siyasetçi.

Mülkiye Mektebi mezunudur. Kangal, Niksar, Vodina, Medine, Aziziye Kaymakamlığı, Kayseri, Adana Mutasarrıflığı, Adana, Konya, Sivas Valiliği yapmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi II. Dönem Sivas Milletvekilidir. TBMM Dâhiliye ve Memurin Muhakemat Encümenleri Başkanlığı yapmıştır. Evli ve beş çocuk babasıdır.[1][2]

26 Ağustos 1909 tarihinde İkinci Meşrutiyet ile beraber Kayseri Mutasarrıflığına terfi etmiştir. 1911 yılı ortalarında Adana Valiliğine tayin edilmiştir, daha bir yılını tamamlamadan Ocak ayı içerisinde Konya Valiliğine atanmıştır. 1913 yılında Sivas Valiliğine atanıp ve üç sene bu görevi yürütmüştür. 1916 yılında yeniden Konya Valiliğine atanmıştır. Mondros Mütarekesi‘nden sonra İstanbul’a alınıp ve bir süre Bekirağa Bölüğü‘nde tutulmuştur. Oradan İngilizler tarafından Malta‘ya götürülmüştür. 1922 yılında yeniden Kayseri Mutasarrıflığına atanmıştır.

*Süleyman Necmi Selmen
(d. 1871, Bafra, Samsun – ö. 14 Mayıs 1943), Türk siyasetçidir.

Büyük Çerkes sürgününde Anadolu’ya gelerek Samsun yöresine yerleştirilen bir Vubıh ailesindendir. Mülkiye mektebini (Siyasal Bilgiler Fakültesi) bitirdi. Maliye memurluğu stajını Sivas’ta tamamladıktan sonra Divriği, Gümüşhacıköy, Zile ve Merzifon ilçelerinde kaymakam olarak görev yaptı. 1908’de Çorum, 1909’da Yozgat’ta mutasarrıf olarak bulundu.

Osmanlı Meclis-i Mebûsan I. ve II. Dönem Canik (Samsun) mebusluğu yapmıştır. I. Dünya Savaşı‘nda meclisin kapanması üzerine Canik Mutasarrıflığı’na getirildi. Aynı yıl Ankara ve 1916’da Diyarbakır vali vekilliğinde, 1918’de Sivas, 1919 da Trabzon valiliklerinde, 1922’de Sinop Mutasarrıflığı’nda, 1923’te Kastamonu Valiliği’nde bulundu. Anadolu ihtilali yıllarındaki görevleri sırasında Kuvâ-yi Milliye‘yi aktif olarak destekledi. TBMM‘nin ikinci devresine Canik (Samsun) milletvekili olarak katıldı. Bundan sonra VI. ve VII. Dönem Samsun milletvekilliği yapmıştır. Evli ve iki çocuk babasıdır.

II. Dönem Amasya milletvekili Osmanbey Selmen‘in kardeşidir.[1]

*Ahmet Hilmi Kalaç
(d. 1887 Kayseri) – (ö. 19 Haziran 1966), Türk siyasetçi.

Mülkiye Mektebi ve Yüksek Öğretmen Okulu Fen Şubesi mezunudur. Kayseri İdadisi Tarih ve Coğrafya Öğretmenliği, Liva Maiyet Memurluğu, Erciyes Gazetesi Başyazarlığı, Sivas Kangal Kaymakam Vekilliği, Su Şehri Kaymakamlığı, Şarkikaraağaç Mutasarrıf Vekilliği, Sivas Mektupçuluğu, Karaman Kaymakamlığı, Sivas Kongresi Kayseri Delegeliği, Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti Kuruculuğu, Osmanlı Meclis-i Mebûsan IV. Dönem Kayseri Mebusluğu, TBMM I., II., III., IV., V., VI. ve VII. Dönem Kayseri Milletvekilliği, I. Dönem Şer’iye-Evkâf ve Layiha Encümenleri Reislikleri yapmıştır.

Eski Cumhuriyet Senatosu üyesi Mehmet Erdoğan Adalı‘nın kayınpederi ve Büyükelçi Murat Adalı‘nın dedesidir.

EZİDEN-JEZİDEN-Die Ssabier und Der Ssabismus- Dr. D. CHWOLSOHN

S.155
Eben so werden wir weiter unten₃) einige Nachrichten über die Jeziden in Mesopo-tamien mittheilen, die unseres Dafürhaltens gleichfalls Ueberresfe der alten Heiden des Landes sind, die nur zum Scheine dies und jenes von dem Mohammedanismus angenommen haben, um von den Mohammedanern geduldet zu werden.

Dessgleichen werden wir nachweisen⁴), wie die unfer den Mohammedanern leben-den Anhänger der alten Parsireligion den Patriarchen Abraham, von dem sie vor der mohammedanischen Zeit nichts wussten, in ihr Religionssystem aufnahmen, ihre Religion als die Abrahams bezeichneten, ihr heiliges Buch „Liber abrahami“ nannten und diesen Patriarchen gewissermaasen mit Zoroaster identificirten, was sie offenbar nur zum Scheine thaten, um von den Mohammedanern Duldung zu erlangen.

S.156
. . .
eben so die eben angedeuteten Nachrichten über die Jeziden und Magier, zeigen uns recht deutlich, wie die Erscheinung in Mesopotamien nicht ganz isolirt dasteht, dass die Ueberreste der alten Heiden des Landes verschiedene Mittel gebraucht baben und noch jetzt gebrauchen, um in den Augen der Mohammedaner für ein biblisches Volk zu gelten und so von denselben Duldung zu erlangen.

S.296-297
Auch von den bekannten Jeziden glauben wir, dass sie ächte Heiden und zwar gleichfalls Ueberreste der alten Heiden des Landes sind, welche einige Ideen und Gebräuche von Christen und Mohammedanner zum Scheine angenommen haben, um sich dadurch vor den Verfolgungen der letztern, denen sie bis auf die neuste Zeit ausgesetzt waren, zu schützen.

Es ist hier nicht der Ort dies weitläufig nach den Berichten der Reisenden zu beweisen; wir verweisen daher auf Ritters Erdkunde, Bd.IX, p. 748—762, wo Nachrichten der Reisenden über die Jeziden bis 1839 mitgetheilt sind, aus denen das hier Gesagte deutlich genug hervorgeht; wir wollen aber hier auch Einiges aus Layards Berichten, während seiner ersten Reise, anführen, die erst nach der Herausgabe des erwähnten Bandes von Ritter bekannt wurden. An den Obersch-wellen des Thorwegs zum Grabe des Scheich Adi sind, wie Layard berichlet, ein Löwe, eine Schlange, em Beil, ein Mann und ein Kamm eingehauen, deren Bedeutung die Jeziden verschwiegen.Die Schlange und das Beil sind aber bekannllich ächt heidnische Symbole, welche die Heiden des Orients im Altertbum wohl kannten, und die auch Layard auf den altsyrischen Denkmälern fand. Die heilige Quelle, welche die Jeziden wohlweislich von der heiligen Quelle Zemzem bei Mekkah herleiten, und der heilige Brunnen am erwähnten Grabe erinnern an ahnliche Einrichtungen bei vielen alten heidnischen Tempeln der alten Welt. Der Tempel des Scheich Schems ist ohne allen Zweifel ein Sonnentempel, der, wie Layard berichtet, so gebaut ist, dass die ersten Strahlen der Sonne so häufig als möglich auf ihn fallen. Sogar die weissen der Sonne geweih-ten Sliere fehlen bei jenem Tempel nicht. Die in der Nacht, in Folge der Musik und des Gesanges, entstehende Begeisterung, die fast an Raserei grenzt, eben so ihre Verehrung der musikalischen Instrumente, durch welche dieselbe bervorgebracht wird, erinnern an die Nachrichtender Alten von den Hierodulen und Corybianten.

S.297
Ihr Melek Taüs ist offenbar ein Götzenbild, — vielleicht das des bösen Princips — , und Layard wurde, als er zum ersten Mai bei den Jeziden war, zu der Ceremonie, wo jenes Bild den Augen der Priester blosgestellt wurde, nicht vorgelassen. Ein höchstes Wesen sollen die Jeziden zwar anerkennen, sie wollen aber, wie die Ssabier, nichts von .ihm wissen und richten weder ihre Gebete an dasselbe, noch bringen sie ihm Opfer dar; ja der Scheich der Jeziden schien mit abergläubischer Scheu jeden mil der Existenz oder den Attributen jener Gottheit in Beruhrung stehenden Gegenstand zu vermeiden. Von dem Satan, dessen Namen sie nie aussprechen und den sie mit grosser Ehrfurcht  Melek Taüs, “den König Pfauhahn“, nennen, glauben sie, dass er der Anführer der Engelschaaren und desshalb allmächtig sei, und dass er einst wieder zu seinem hohen Range in der himmlischen Hierarchie gelangen werde. Wir vermuthen, dass dieser Satan der Jeziden mit der uralten Gottheit der Ssabier, Namens Schemâl, . . . welcher Name später von Christen und Juden dem Satan beigelegt wurde, identisch ist; dass letzterer als der höchste und mächtigste Gott von den Ssabiern betrachtet wurde, haben wir nachgewiesen. Schliesslich erklärt Layard die Ansicht für nicht unwahrscheinlich, “that the sect may be a remnant of the, ancient Chaldees, who have, at various times, outwardly adopted the forms and tenets of the ruling people to save themselves from persecution and oppression; and have gradually, through ignorance, confounded them with their own belief and mode of worship“

S.297-298

Auf der zweiten im Jahre 1849 gemachten Reise sammelte Layard viele andere Nachrichten über die Jeziden, aus denen noch deutlicher horvorgeht, dass dieselben Ueberreste der alten Heiden des Landes sind.

S.298

Auf dieser seiner Reise bal er den Melek Taüs gesehen und giebt in seinem neusten Werke eine Abbildung davon, welche die Figur eines auf einer Art Candelaber stehenden Vogels darstellt, der eher, wie Bähr bemerkt, für einen etwas plump gehaltenen Hahn, als für einen Pfau anzusehen ist. Bekanntlich spielt der Hahn in vielen heidnischen Culten, und auch in dem der Ssabier, eine grosse Rolle, und selbst Layard hat in seinem genannten Werke zwei altbabylonische Gemmen publicirt, auf welchen ein Priester in der Stellung eines Betenden vor einem Altar steht, auf welchem ein Hahn sich befindet. Man sieht deutlich, dass es, so sehr auch die Jeziden sich dagegen verwahren, ein sehr altes Idol ist; denn die Art und Weise, wie dieselben es verehren, weist darauf hin, dass es ein Idol und kein Symbol Oder Banner des Hauses ihres weltlichen Oberhauptes ist, wie die Jeziden dem genannten Reisenden gern einreden wollten. Bei ihrem jährlichen Feste am Grabe des Scbeich Adi berichtet Layard, «when the prayers were ended, those who marched in procession kissed, as they passed by, the right side of the doorway leading into the temple, where a serpent is figured on the wall; but not, a I was assured, the image itself, which has no typical or other meaning, according to Sheikh Nasr and Cawal Yusuf».  Wahrscheinlich aber haben diese ihm nicht die Wahrheit sagen wollen, Weil sie immer ihr Heidenthum zu verbergen suchen.

S.298-299

Bei diesem Besuche hat er auch ihr heiliges Buch kennen gelernt, von dem er sagt: «It consisted of a few tattered leaves, of no ancient date, containing a poetical raphsody on the merits and attributes of Sheikh Adi, who is identified which the Deity himself, as the origin and creator of all things, theogh  evidently distinghuished from the Eternal Essence by being represented as seeking the truth, and as reaching through it the highest place, which he declares to he attainable by all those who like him shall find the truth».

S.299

Die Jeziden schliessen die Mohammedaner vom künftigen Leben aus. Sie leben, wie die Ssabier in Monogamie, worin blos die Scheichs eine Ausnahme machen, und Ehescheidungen finden bei .ihnen gleichfalls unter ähnlichen Bedingungen statt, wie bei den Ssabiern.  Ihre Qiblah ist wiederum wie bei den Ssabiern der Polarstern und nicht  der Osten, nach welcher Seite hin sie auch ihre Todten beerdigen. Schliesslich theilt Layard noch folgende interessante Notiz über sie mit, die, wie wir glauben, darauf hinweist, dass sie nur Ueberreste der alten Heiden des Landes sind und dass sie keineswegs mit den Parsen in irgend eine Beziehung zu bringen sind. «Cawal Yusuf, bemerkt Layard, mentioned accidentally, that, amongst the Yezidis, the ancient name for firod was Azed , and from it he derived the name of his sect. He confirmed to me the fact of the small Ziareh (ein heiliger Ort) at Sheikh Adi being dedicated to the sun, who, he says, is called by the Yezidis «Wakeel el Ardth» (the lieutenant or Govenor of the world). They have no particular reverence for fire;  the people pass their hands through the flame of the lamps at Sheikh Adi, merely because they belong to the tomb»

S.626
Das Verfahren der Mohammedaner gegen nichtarabische Heiden war also im Ganzen schwankend. Da aber die oben angeführten Bedingungen, unter denen Toleranz zu gewähren war, nicht näher determinirt, sondern vielfachen Deutungen unterworfen waren, so suchten viele von den unter den Mohammedanern lebenden Heiden, wie z. B. die Magier, die Ssabier, die Jeziden u, dgl. Andere, diesen Umstand zu benutzen und ihre mohamnaedanischen Herren in Bezug auf den wahren Character ihrer eigenen Religion irre zu führen.

S.627
die Magier, die Mendaiten, die Ssabier, die Jeziden u. dgl. andere religiose Genossenschaften von heidnischem Character, die rechtlich keine Ansprüche auf Duldung unter den Mohammedanern machen konnten. Sehen wir nun auf welche Weise und durch welche Miitel unsere Ssabier bei den Mohammedanern Duldung zu erlangen verstanden.

S.648-649
Auf eine ähnliche Weise, wie die Ssabier und Magier, und durch dieselben Ursachen bewogen, verfuhren und verfahren noch jetzt die Jeziden. Oben ist Einiges über diese merkwürdige Secte mitgetheilt worden und wir haben unsere Ansicht über dieselbe dahin ausgesprochen, dass die Jeziden Ueberreste der alten Heiden des Landes wären. Sehen wir aber, wie auch sie sich bemühten, sich äusserlich den Mohammedanern zu assimiliren, um von diesen geduldet zu werden. Ihr Scheich Adi soll einer der Merwân-Chalifen und sie selbst sollen ursprünglich Sûfîs gewesen sein. Von den an ihrem Tempel sich befindenden Abbildungen, über deren heidnischen Character oben (1. c.) einige Andeutungen gegeben wurden, sagen sie, dass die Schlange an Evas Verführung und der Widder an Abrahams Opfer und Gehorsam erinnere. Eins ihrer Feste nennen sie das Fest des Chidhr-Elias, und ihr Scheicb Adi soll ihnen ein Buch, Aswâd, «das Schwarze» geoffenbart haben.

S.649
Mancher christliche Reisende bebauptet von ihnen, dass sie die Taufe haben, die aber mit der christlichen sicher in keinem Zusammenhange steht;  die Jeziden heben aber diesen Ritus desshalb besonders hervor, weil sie immer vor Mohammedanern eine  mohammedanische und vor Christen eine christliche Färbung annehmen. So sagten sie auch einem andern christlichen Reisenden, dass sie die Sonne als Symbol Jesu Cbristi verehren und dass ibr Melek-Tawus, ein uraltes heidnisches Götzenbild, das Bild des David und des Salomo sei. Niebuhr berichtet daber von ihnen, dass sie sich, je nachdem der Wind weht, bald Mohammedaner, bald Juden oder Christen nennen, dass sie eben so mit Respect vom Coran, wie vom Pentateuch und den Psalmen sprechen und noch dazu sogar behaupten, Sunniten, d. b. orthodoxe Mohammedaner, zu sein, Selbst Layard, dem sie ihr Vertrauen in hohem Grade schenkten, haben sie nicht immer die Wahrbeit gesagt und auch ihn, wie es scheint zu täuschen gesucht.

So bezeugen sie, nach Layard, eine grosse Ehrfurcht vor dem alten Testament, glauben an die Kosmogonie der Genesis und an die Sintfluth. Eben so verwerfen sie weder das neue Testament, noch den Coran, halten Abrabam, die Patriarchen und Mohammed für Propheten erwarten eine zweite Ankunft Christi, worauf das Wiedererscheinen des Imam Mehdi folgen wird, den die Mohammedaner erwarten, und glauben an die auf ihn bezüglichen Fabeln derselben.

S.649-650
In letzterer Hinsicht bemerkt Layard selbst, dass die Jeziden dies nur der Mohammedaner wegen thun, um dieselben mit sich auszusöhnen. Von den an dem Tempel des Scbeich Adi aufsprudelnden Quellen glauben sie angeblich, dass Scheich Adi sie aus der Quelle Ssemssem in Mekkah herbeigeholt habe. Man sieht also auch daraus, wie sehr sie sich an die Bibel anzuschliessen und zugleich die Mohammedaner zu tauschen suchen. Beim zweiten Besuche sagten sie Layard, dass die Mohammedaner vom künftigen Leben ausgeschlossen wären, aber nicht die Christen.

S.650
Auch bemerkt Badger, dass sie dies und jenes nur desshalb thun und vorgeben, um dadurch bei den Mohammedanern Toleranz zu erlangen. Aus diesem Grunde, meint er, leiten sie sich von dem Chalifen Jezid ben Mo’awjah her und schreiben eins der Graber am Tempel des Scheich Adi dem bekannten mohammedanischen Traditions-lehrer ’Hasan el-B assri zu, der bekanntlich in Aegypten gestorben und in der That daselbst und nicht dort begraben ist. Eben so halt er mit Recht den Titel «Scheich», den sie ihren Gottheiten Adi und Schems beilegen, für ein «another artifice to throw dust into the eyes of the Mohammedan persecutors»

 S.812
Bemerkenswerth ist es, dass die Jeziden sich noch jetzt daseni (pl. Duasen) nennen; s. Badger, the Nestorians etc. I. p. 111. Stehen die Jeziden vielleicht mit den unserer Ansicht nach heidnischen Isma’eliten in irgend einer Verbindung?

2.Buch
S.114
Wir erinnern noch an unsere obige Mittheilung, dass auch die Jeziden, von denen wir vermuthen, dass sie Ueberreste der alten Heiden des Landes sind, ebenfalls keine Beschneidung haben; s. oben Bd. I, Buch II, C. X

Ermeni – Zaza/Alevi/Kızılbaş İlişkilerinde Tarihsel Bir Perspektif–Sait ÇETİNOĞLU


Sait Çetinoğlu:
Ermeni – Zaza/Alevi/Kızılbaş İlişkilerinde Tarihsel Bir Perspektif*

Ermeni -Zaza/Alevi/Kızılbaş ilişkilerinde tarihsel bir perspektif


Ermenilerin Diğer Osmanlı toplumlarıyla ilişkileri. Ermenilerin diğer Osmanlı toplumlarıyla olan ilişkileri aslında  nüfus kayıtlarıyla tapu kayıtlarının karşılaştırılmasıyla çok net olarak ortaya çıkacaktır. Bu karşılaştırma aynı zamanda Ermenilerin kurtarılma hikayelerinin de aynası olacaktır. Bu durum, Ermeni Soykırımının yüz yıllık karanlığa gömülmesinin yanında, Pontos, Helen ve Asuri – Süryani soykırımlarından tarihsel coğrafyalarında yüz yıldır söz edilmemesi ve inkar edilmesinin anahtar unsurudur.

Sunumumuzun ilk bölümümde  Ermenilerin tarihsel topraklarındaki durumu genel olarak ele alınacak, ikinci bölümde gerçekliğe dair Kızılbaş ve Ermeni taraflarının tanıklıklarına yer verilecektir.

20. Yy. (Soykırım) ve öncesinde Batı Ermenistan’ın genel durumu

fetih İslam’ın yayılmasının ana unsurudur- İslam’ın bu coğrafyada kurumlaşmasından itibaren Ermenilerin tarihsel topraklarında diğer unsurlarla olan ilişkileri artık asimetrik bir ilişkidir.

Bu olgu, Kürt toplulukları arasında olduğu kadar Zazalar arasında da  değişiklik arz etmez. Ermenilerin Müslüman Zazalar ile  Zazaların Alevi/Kızılbaş kesimleriyle  olan ilişkilerinde nüans farkının olduğunu söylemek kolaylıkla mümkündür.

Bölgede  Ermeniler için söylediklerimiz bölgede yaşayan Süryani, Elen, Pontos… gibi  diğer Hristiyan halklar içinde aynen geçerlidir.

Ermeniler kendilerine dayatılan statüyü kabul ettikleri, itiraz etmedikleri ve kendilerine yüklenen mecburiyetleri (haraç) kabul etmeleri halinde bir sorun yoktur, “ilişki” sorunsuz devam eder. Kabul etmedikleri ya da itiraz durumunda Türkün, Kürdün, Alevi ya da Sünni olsun Zaza’nın…  bir farkı yoktur .

Hristiyan ve Yahudi toplumları için bir lütuf olarak kabul edilen Millet sistemi, nizamnameler, Ermeni milli anayasası, Tanzimat ve ıslahat Üsküdar’dan öteye gidememiş. Ermeniler tarihsel topraklarında korunmasız bir durumla yüz yüze kalmışlardır.

Çoğunlukla kabul edilen bir söylemdir: Bardağın dolu tarafından bakmak. Evet, bu iyimser bir bakış açısıdır, çoğunlukla ferahlatmasına rağmen gerçeğin tamamına değil sadece bir yüzüne işaret eder. Bu kısa yazıda gerçeğin diğer yüzüne bardağın boş olan yüzü ile Ermeni- Zaza ilişkilerine Alevi/Kızılbaş penceresinden bakılarak bu ilişkiler irdelenecektir.

Acı gerçek bizi yükselten yalandan daha yararlıdır! Denmiştir.

Genellikle Ermeni – Kızılbaş ilişkilerinin sıcaklığından söz edilir diyelim ki doğrudur. O zaman Kızılbaş ağırlıklı Celali İsyanları sürecinde Ermenilerin tarihsel topraklarındaki kitlesel  göçünü, İslamlaşmalarını Alevi inancına girmelerini açıklayamayız.

Kızılbaş toplumunda kadınların neden Ermenice konuştuklarını. Ermeni kızlarının neden çok küçük yaşta evlendirildiklerini açıklayamayız. Ermeniler silahsız ve savunmasız. Kaçırmak kolay başlık parası da yok.

Boğos Natanyan kendisinin Kürt Musa Bey tarafından tutuklanmasına ve yargılama sonunda sürgüne gönderilip, sürgünde ölümüne sebep olan Ermenistan’ın Gözyaşı başlıklı ünlü Dersim bölgesi raporunda, zavallılar diye nitelediği Dersimli Kızılbaş kadınlarının isimlerinin Maryam, Sırpuk, Markırit vs olduğunun altını çizer.

Yerevannian, Dersim’deki Kürt-Sünni “Hamidiye” silahlı grupları tarafından gerçekleştirilen 1890’lardaki katliamlar sırasında, bir takım Kızılbaş Alevi kabileleri, Sünni karşıtı bir konum benimsemiş ve  Ermenilere karşı işlenen suçlara katılmaktan kaçınmışlardır derse de 1894-96  yıllarında Ermenilerin kitlesel  katliamlarında birtakım Kızılbaşların yağmalara katılmasını da açıklayamayız.  H.L. Kieser, katliamların Sünniler için dini temelli iktidar sorunu daha önemli rol oynarken, aleviler için maddi anlamda çıkar sağlayabilecekleri bir sosyal patlama niteliği taşıdığının altını çizer. 1877-78 Osmanlı Rus savaşı sürecinde savaşa katılan Kızılbaş Hormek aşiretinin Kiğı’daki Ermeni topraklarının müsaderesini münferit olay olarak mı değerlendireceğiz. Bilindiği gibi Soykırım öncesi Ermeni Sorununun can alıcı sorunu Toprak Sorunu yani el konulan Ermeni topraklarıydı.

 

Arsen Yarman’ın Ermeni din görevlilerinin Batı Ermenistan inceleme raporlarından hareketle 19. Yy Ermeni toplumunun tarihsel topraklarındaki acınası durumunu göz önüne serdiği çalışmasında Ermeni köylüsünün baş başa kaldığı soygun düzenini ve korunma vergisinin altını çizer “Ermeni köylüsü, 1870’lerde iyice yoğunlaşan hafir gibi uygulamalarla da bunalmış durumda¬dır . Anahide Ter Minassian ise hafirin, Kürt göçebe aşiretlerinin Ermeni köylülerinden aldıkları haraç benzeri bir vergi olduğunu ve tam olarak korunmalık anlamına geldiğini belirtir. Buna göre Kürt aşiretler, Ermeni köy-lülerden onlara saldırmama ya da başka saldırganlara karşı onları koruma karşılığında bu vergiyi almaktadırlar.”

Dönemin önemli araştırmacılarından Karekin Sırvantsdyants Toros Ahpar Ermenistan Yolcusu başlıklı raporunda, Dersim’in Zazaca konuşan Kızılbaş aşiretlerine mensup bir köylü kanalıyla, bu korunma vergisinin İslam diniyle bağlantılı olarak değerlendirildiğini nakleder. Haraç  Hz. Ali aracılığıyla Allah’ın bir emri olarak meşrulaştırılmaktadır.”

Karekin Sırvantsdyants, oldukça ayrıntılı raporunda, Kızılbaşların bu davranışını anlamlandıramaz Ermenilerin emeğinin bunlar tarafından gasp edilmesini ayıplar: “Yüksek ahlaki değerlere sahip Seyyidlerin önderlik ettiği halk arasında, bunca korkunç hırsız ve katillerin bulunması hayret verici. Ancak sadece karşılık verildiğinde ya da silah kullanıldığında adam öldürüyorlar. Aksi halde sadece çalıp çırpmakla yetiniyorlar. Çalıp çırpmayı Tanrı tarafından verilmiş bir hak olarak görüyorlar. Kendilerinden biri öldürülmüş ya da hapsedilmiş ise kim tarafından yapılmışsa onun soyundan ve köyünden intikam almak için ya adam kaçırıyor ya da öldürülenin karşılığında büyük paralar talep ediyorlar. Aksi halde kaçırdıkları adamı büyük eziyetlerle öldürdükten sonra bununla da yetinmeyip kinlerini sürdürerek birkaç kişiyi daha öldürüyorlar. Ordudan çok korkuyorlar. Köylü ve şehirli Ermeni ile Türk arasında bir ayırım gözetmiyorlar.  Bazen kendi aralarında da aşiret kavgaları oluyor. Aşiretler köyleri kendi aralarında paylaşmışlar. Her aşiret kendi köyünden vergi topluyor. Hatta Eğin Manastırı, Eğin’in tüm köyleri, Arapgir, Çemişgezek gibi yerlerden bile topluyorlar. Penga köylüleri ve Armıdanlılar cesaretleri sayesinde bu vergilerden muaf durumdalar. Kürtler buralara girmeye cesaret edemiyorlar. Böyle birtakım yerler var, onları bakaya olarak nitelendiriyorlar.

Sırvantsdyants, Kürt olsun Kızılbaş olsun, Dersim çevresindeki Ermenilerin bunlarla olan ilişkisinde zararlı çıktığının altını çizer; Zira ilişki asimetriktir, ancak sınırlı çevrede Ermeniler bu baskıyı, güçlerinin sayesinde uzaklaştırmaktadırlar:  Eğin ve çevresindeki dağlar; Sarı Çiçek ve Munzur Sıradağları, Ovacık, Dujik  ve bir kolu olan Khosdadır. Yollar çok kötü. Her taraf taş, geçit, tepe, vadi. Tüm marhasalık dağlık. Her tarafta Kürt ve Kızılbaşlar kaynıyor. Ermenilerin bunlarla alışverişi çok ama çoğu zaman da zarar görüyorlar. Kervanları soyuluyor, hayvanları, malları çalınıyor, tehdit ediliyorlar, cinayetler işleniyor. Ama burada bir fark var. Buradaki Ermeniler de silahlı, iyi de siyaset bildiklerinden, bazen cesaretleri bazen devletin aracılığı, bazen de dostane yollarla çalınanları geri alabiliyorlar. Davarları, katırları çalmak, İstanbul’dan gelenleri soymak, adam yaralamak gündelik olaylardan. Bir yıl önce Ovacıklı ünlü bir haydut devlet tarafından ele geçirilerek Harput’a gönderilmiş ve hapsedilmiş. Aynı tarihlerde Eğinli Boğos adlı Ermeni bir tüccar Ovacık taraflarındaymış. Kürtler onu rehin alarak Eğinlilere haber salıp, “Eğer bizim adamımızı (Kürdü) kurtarmazsanız Boğos’u öldürürüz” demişler ve adamı uzun süre tutmuşlar. Kürt hapisten kurtulamamış. Zavallı Boğos kaçmaya fırsat bulmuşsa da arkasından yetişip kayaların üstünde canını almışlar. Boğos’un zavallı ailesi her sabah, öldürüldüğünü haber aldıkları saatte ağlayıp sızlıyormuş.

Dr. Nuri Dersimi  (Baytar Nuri) ve Ermeni – Kızılbaş ilişkileri

Baytar Nuri Dersim Kızılbaşları içinde ilk üniversite mezunudur. Kedini muhalif addeder. Dr. Nuri’nin Ermenilere bakışı şaşıdır. Olanları tamamen tersine çevirdiği Hatıratında satırlar Ermenilere karşı kin doludur:  “19 Asır başlarında II. Sultan Mahmut Han, Ermeniler hesabına doğuda Kürdistan derebeylerine şiddetli darbeler vurmuş ve Ermenileri memnun etmek istemişti. İşte bu gibi nedenlerle Kürtler Ermenilere karşı savunma durumu almaya mecbur kalmış ve korunma tedbirleri düşünmeye başlamışlardı. İşte o andan itibaren Kürtlerle Ermeniler arasındaki dostluk ve sevgi bağları sarsılmaya yüz tutmuştu.” Sözleriyle tarihi Ermenistan’da dengelerin Tanzimat ile bozulduğunu söyler . Aslında Tanzimat ile birlikte Ermeni Köylüsünün dengesi altüst olmuş, çifte haraç ile karşı karşıya kalmıştır. Zira hem devlete vergi hem de Kürtlere ve Kızılbaşlara haraç verir duruma gelmiştir.

Baytar Nuri gerçekleri tersyüz etmekten çekinmez. Dersimi, çarpıtmalarına ve yalanlarına Seyit Rıza’yı şahit gösterir.  Kemalist dönemde, Dersim müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyeliğine getirilen Seyit Rıza, 1938’de İsyan bahanesiyle idam edilecektir.

Nuri Dersimi’nin günümüze uzanan önerisi dikkat çekicidir . Ermenilerin Kürtlerle  barışmalarının koşulu yapılanları unutacak hem hiçbir hak talep etmeyecektir:

“Ermeniler tarafından bu bölgede sakin olan Kürtler’den öldürülen ve miktarı 1,5 milyonu aşan katliamdan bir nebze olsun söz etmediler. Ermeni katliamından Kürtler sorumlu oluyorlar, Kürt katliamından Ermeniler sorumlu tutulmuyor. Ermeni aydınları bugüne kadar Erzurum’un, Bitlis’in, Van’ın  Diyarbekir’in, Elaziz’in, Dersim’in  Ermenistan olabileceği hayalinden vazgeçtiklerini ispat ettikleri takdirde vatandaşları ve ırkdaşları olan Kürtler’le dostça bir hayat geçirmeye başlamış olurlar kanaatindeyim. Aski takdirde arada bulunan bu nefretin devamı her iki unsurun gelecekte felaketine yol açacaktır. Üzücü durumların ortaya çıkmasını önlemek için öncelikle Kürtler aleyhine yazılmış olan gerek eski ve gerekse yeni kitap ve yayınların, Ermeni aydınları tarafından yakılmak suretiyle ortadan tamamen ortadan kaldırılması ve bizzat Türkler tarafından her iki kardeş unsurun arasına saçılmış olan bu uğursuz ayrılık tohumundan ötürü bir unutkanlık perdesi çekilmesi gerekmektedir.”

Bu zihniyetin değişmediğini ve günümüze uzandığını söylemek yanlış olmaz. 

Nuri Dersimi, Ermeni Taşnaklar’dan yazar Rafi, Kürtler aleyhine kitap yayınlamıştır. Hand, Gayzer Celalettin vb gibi Ermeni basını Kürtler aleyhine zehirler saçmaktadır. Sözleriyle  Ermeni tarihi roman yazımının önemli ismi Raffi (Hagop Melik Hagopyan)  ve romanı Jalaleddin  hedef alınmaktadır. Romanın kahramanı Şeyh Celalettin, Boğos Natanyan’ın raporunda geniş yer aldığı gibi Vahan Bardizaktsi’nin Sıla’dan Sözler başlıklı raporunda Moğollar, depremler gibi afetlerle eşdeğer sayılır.

Şeyh Celaleddin’in saldırılarının yalnızca Ermeniler ya da yabancı gözlemciler değil, Osmanlı yöneticileri tarafından da çok iyi bilindiği ve hatta bazı görevliler tarafından korunup kollandığı bilinmektedir.

Şeyh Celaleddin ailesi Kemalist dönemde de etkindirler, Kamran İnan Dış işleri bakanı, Edip Safter Gaydalı devlet bakanı, Selahattin İnan Mebus, Zeynel Abidin İnan mebus.

Ermenilerin tanıklığı: Sargis Alemyan ve Çileli Ağavni

Dersim konusunda Sargis Alemyan’ın gözlemleri de önemlidir. Soykırımdan tesadüfen kurtulan Alemyan özyaşam öyküsünde, başından geçenlerle birlikte Ermeni- Kızılbaş ilişkilerine değinir. Alemyan,  Dersim’e ulaşabilen Ermenileri şanslı sayar. Dersim’de şartlar iyi değilse de en azından ölüm tehlikesi bir an için uzakta kalmıştır denilebilir. Ancak açlık ve hastalık burada da onların peşini bırakmaz. Dersim’e ulaşan Ermeniler Rusların Erzincan’a gelmesiyle birlikte Kürtler tarafından kervanlarla Erzincan’a taşınır. Tabii ki bunun maddi bir bedeli vardır.

Mihran Garipcanyan’ın Tiflis’te  1916 yılındaki, Harberd şehri Ermenilerinin tehciri ve katliamıyla ilgili tanıklığı bu maddi bedeli  doğrulayanlar arasındadır: Hükümet, Dersim Kürtlerinin (Kızılbaşlar) Yeprat [Fırat] üzerinden kayıklarla Ermenileri naklettiğini duyarak kayıklara el koydu ve zincirle bağladı. Bu yüzden Dersimliler, Ermenileri sallarla naklederek, kurtarmaya başladı. Ermenilere yönelik bu yaklaşımları tamamen maddi çıkar, rüşvet elde etmeyle ilgiliydi. Bu yoldan hayli zenginleştiler.

Hraç Norşen’in babaannesi Ağavni’nin çileli yaşamını, kendini güvende hissettiği yabancı topraklarda kaleme aldığı, Çileli Ağavni anlatısı, Soykırımdan kurtulan bir Ermeni kızının yaşamından hareketle Ermenilerin bu coğrafyadaki Ermeni Soykırımdan itibaren  Ermenilerin zor ve çileli yaşamını resmeder. Bu uzun tarihsel dönemde soykırıma, ölüm yolculuğuna, ihtida ettirilenlere, kurtarılan Ermeni kadınlarının ve çocuklarının Kürtler arasındaki  esaretine, Koçgiri’de Topal Osman’ın zulüm ve katliamlarına, cumhuriyet/Kemalizm rejiminin ayrımcı politikalarına, 20 kur’a askerlik,  Varlık Vergisinin ve 6/7 Eylül 1955 pogromunun tanığıdır Ağavni . Anlatı Türkiye’nin gayri resmi tarihidir da aynı zamanda.

Ağavni, tesadüfün yardımıyla Koçgiri Alevi-Kürt Aşireti mensuplarınca kurtarıldığında, Kürtler arasında 10 yıl sürecek esareti başlayacaktır. Tutsak edildiği köyde Ermenilerin Kürtler arasındaki esaretine, tutulduğu konakta Ermeni mallarının gaspının delillerine tanıklık eder, Kürt Beyinin konağı Ermeni malları ve eşyalarıyla doludur. “Konakta da Ermenice yazılı tabaklar, halılar, şamdanlar, el işlemeli sırma ipek örtüleri az değildi. Şu kilisenin, şu manastırın, bilmem hangi zengin ailenin mallarıydı. Beyler yüzlerce can kurtarmışlardı ama büyük de bir servet yapmışlardı…

Kürt köylüleri, günlerce, aylarca Ermeni köylerini talan etmiş, eşeklerle, öküz arabalarıyla yük taşımışlardı.” Ağavni’nin resmettiği konak Koçgiri’de Alişer Efendinin  de bulunduğu Mustafa paşa/ Haydar/Alişan Beylerin konağıdır.

Katliamcı Bir Figür: Karmo Yusuf

Divan-i Harbi Örfi’nin Erzincan “Tehcir ve Taktil” Davasında  yargılananlardan biri de Dersim ‘Aşîret Rü’esâsı’ndan [Reislerinden] ve eşkıyâ-yı meşhûreden [meşhur eşkıyalardan] Karmo Yusuf… ‘tur.

Karmo Yusuf tehcir konvoylarına saldıran ve onları öldüren ekibin başında yer almaktadır: Karmo Yusuf ve Arslan ve Kâgü’nün sûret-i mahsusada [özel olarak] tertîb ve teşkil edilen hüviyyetleri mechûl çete efrâd-ı mel’ûnesiyle [alçak çete ferdleri] müştereken ezmine-i muhtelifede [çeşitli zamanlarda] ve Erzincan’ın gâyet yakın mesafesinde kâ’in [olan] Zenberek Köprüsü ve Telli (Tebelli) Çayı ve Kemâh Boğazı nâm mahallerde tehcir edilmek üzere cem’ [toplanan] ve sevk olunan binlerce kişiden sıbyân [çocuk] ve ‘acezeden [yaşlılardan] mürekkeb Ermeni kafilelerinin önüne çıkarak müsellahan [silahlı] bi’l- hücûm [hücum ederek] ekserisi kati ve imhâ ve mallarını nehb ü yağma [gasb ve yağma] ve merku- mûndan [adı geçenlerden] Hâfız ‘Abdullah ‘Avni ve Rızâ Efendiler’in kezâlik [keza] ma’iyyetlerindeki çete efradıyla birlikte yetmiş kadar Ermeni’yi nehre ilka [bırakma/atma] ve su içinde çabalayanları da kurşunla cerh [yaralama] ve ifnâ’ [yok] eyledikleri… Sabit olur ve idama mahkum edilir.

 

*Ermenistan başkenti Yerevan’da 25-27 ocak 2014 tarihlerinde düzenlenen The Alevi Zazas and Their Neighbours başlıklı International Collquium’a sunulan bildiridir.

 

Kaynaklar:

Arsen Yarman, Palu – Harput 1878,  I. Cilt, Derlem y. 2010,

Boğos Natanyan, Ermenistan’ın Gözyaşı, Arsen Yarman, Palu – Harput 1878, Raporlar II. Cilt, Derlem y. 2010 içinde

Garo Sasuni, Kürt Ulusal Hareketleri ve 15.Yy’dan Günümüze Ermeni Kürt ilişkileri, çev. B. Zartanyan-M. Yetkin, Med Y.1992

  1. A. Yerevanian, “Tcharsantja Ermenilerinin Tarihi”, Beyrouth, 1956, s. 133 (Ermenice)

George A. Bournoutian, çev. E. Abadoğlu- O. Kılıçdağı, aras Y. 2011

  1. Haladjian, “Dersim Ermenilerinin Etnografyası “”Ermeni Etnografyası ve Folkloru » dergisinde, cilt 5, Erevan, 1975, p. 69, 76-77, 96, 254, 256, 263 (Ermenice).

Hagop Şahbazyan, Kürt-Ermeni Tarihi, çev. Ferit M. Yüksel, Kalan Y. 2002

Hans-Lukas Kieser, Iskalanmış Barış, Çev. Atilla Dirim, İletişim,2005

Hraç Norşen , Çileli Ağavni, aras y. 2009

Hrant D. Andreasyan, Bir Ermenî Kaynağına Göre Celâlî İsyanları, http://www.kaynakca.info/eser/145151/bir-ermeni-kaynagina-gore-celali-isyanlari  (11.10.2014)

INDEX.ANATOLICUS, http://www.nisanyanmap.com/?y=halvori&t=tunceli&lv=1&u=1&ua=0

Karekin Sırvantsdyants, Toros Ahbar Ermenistan Yolcusu, Arsen Yarman, Palu – Harput 1878, Raporlar II. Cilt, Derlem y. 2010 içinde

Kazım Gündoğan, 1937-38 Dersim Katliamında Ermeniler, http://hyetert.blogspot.de/2014/02/1937-38-dersim-katliamnda-ermeniler.html (11.10.2014)

Murat Bebiroğlu, Tanzimat’tan Meşrutiyet’e Ermeni Nizamnameleri, 2003

Murat Turan, CHP’nin Doğu’da Teşkilatlanması (1923-1950) Libra2011

Nimetullah Atal, Kürt kimliği ve Ermeni meselesi üzerine notlar. http://www.yuksekovahaber.com/haber/kurt-kimligi-ve-ermeni-meselesi-uzerine-notlar-120520.htm

Dr. Nuri Dersimi, Hatıratım, Doz Y. 1997

Sargis Alemyan, Anılar, çev Diran Lokmagözyan, Pencere Y. 2011

Vahan Bardizaktsi’nin Sıla’dan Sözler, Arsen Yarman, Palu – Harput 1878, Raporlar II. Cilt, Derlem y. 2010 içinde

V.N.Dadrian&T. Akçam, “Tehcir ve Taktil” Bilgi Ün.Y. 2008,