KAZ DAĞLARI AŞKINA–Esat Korkmaz

KAZ DAĞLARI AŞKINA

Esat Korkmaz

 

Bana öyle geliyor ki

doğayla ilişki söz konusu olduğunda,

insanlar,

hayvanlardan daha alt sırada yer alıyor.

 

Bilincimiz yabancılaştı; bana kör, sana kör; bu kadar da değil, hayvana kör, bitkiye kör; yetmedi geçmişe kör, geleceğe kör; şimdi de ise yalnızca çıkarını görüyor. O zaman ben düşünemiyorum-bilinç körüyüm demektir. Gerçekçi olup olanaksızı istemeyi çoktan unuttuk.

Yaşıyoruz ama nasıl? Hemen hepimiz, kendi benliklerimizi inşa etmekle meşgulüz: Çıkarlarımıza gömüldük; doğanın ve hayvanların sesini, daha doğrusu sessizliğini duymadık ya da duyamadık. Duyabilseydik eğer, bu kısır döngüden çıkış yolunu bulacaktık. Sisteme itaat etmediğimizi bağıra bağıra, bağırdığımız sistemin hizmetçileri olup çıktık.

Öyleyse biz ne diyoruz; Biz:

Zamanı geriye saralım, doğuran doğanın doğuran parçası olduğumuz, geleceğin bilinmediği için sır olduğu, geçmişin bilindiği için ders alındığı, görünmeyenin görünenin öğretmeni olduğu o büyülü dünyaya taşındığımızda duralım, aklımızı kendi aleyhine çevirelim ve bugünkü sonuçları üretmeyecek biçimde düşünelim, bu yolla egemenin ezberine mahkûmiyetimize son verelim, diyoruz.

Kapitalist toplumda, yazgını dişleri çok keskindir, yaşamı parçalar. Bu düzende umutsuz olmak-acı çekmek bir yazgı ise eğer, üretken olmaktan başka seçeneğimiz yok demektir, diyoruz.

Kendini bil buyruğunun izinde, doğanın düşüncesi metafiziğe düşmanlıktır, anlayışına kendimizi taşıyalım ve doğasal olanın yanında yer alalım, bedenimizle taraf olalım; doğa yasalarından farklı her türden insan doğası yasasını inkâr ederek, doğa üzerinde yaratıcı-yok edici tanrıya güç veren, dinsel düşüncelere-inanışlara başkaldıralım, diyoruz.

Önsüzden-sonsuza akan çevrim kapsamında, egemene ideoloji olan örgütlü kutsallığı yerle-bir edelim; despotun saldırısına karşı bir duruş alacak biçimde kendimizi parçalayalım, yeniden kuralım ve yaşanılan sıkıntının ödülü anlamında oluşturduğumuz bilincimizi, ezilenleri kurtuluşa taşıyacak biçimde yeniden yapılandıralım, diye feryat ediyoruz.

Dünya benlikçiliğin ve görgüsüzlüğün gölgesinde ilerliyor. Direnebil-mek için üç organa ihtiyacımız var: Akıl için kafaya, duygu için yüreğe, utanç verecek biçimde sürünmemek için ise omurgaya, diyoruz.

Öyleyse kendimizle buluşmak için, dışarıdan ve yukarıdan gelen vic-danımızın sesini kısalım, içeriden, gönül evinden gelen vicdanımızın sesine kulak verelim; çünkü vicdanımız yalan nedir bilmez, salalım vicdanımızı dışarıya ve onu izleyelim, bu bize yeter, diyoruz.

Tıpkı bunun gibi doğa hiçbir zaman açık konuşmaz ama yalan da söylemez, kendini kendi içinde, kendi ağacında, kendi çiçeğinde, kendi köklerinde saklar, diyoruz.

Unutmayalım: Kaz Dağlarının kulakları, gözleri vardır; bizi işitir, bizi gözler ve gözetir; ötesinde hisseder ve koklar bizi, anımsar. Çünkü mantarlar aracılığıyla bir orman internetine sahiptir: İnternet kullan-mayı çok iyi bilen Kaz Dağı, -Yaram var diye bize konum atıyor; siya-nürle altın ayrıştırmak isteyenlerin açtığı, asit yaralarını işaret ediyor. Biz nasıl bedenimizdeki yaramıza koşuyorsak öyle davranalım ve Kaz Dağları’nın yarasına koşalım, diyoruz.

Kaz Dağlarının acılarını paylaşalım da merhametimiz yorgun düşme-sin. Toprağımda her çocuk doğduğunda, büyüyünce ona sermaya olsun diye ağaç ya da ağaçlar dikerler ve bu ağaç ya da ağaçlar senin kardeşin derlerdi: Kaz Dağlarının tüm ağaçları bizim kardeşlerimiz, kardeşleri-mizi boğazlatmayacağız, diyoruz.

Kendimizi, doğa tapımına taşıdığımızda, dağlar okunacak en büyük kitaptır: Bu kitap, dağların giysisi ağaçlardan, çiçeklerden, hayvanlar-dan ve böceklerden okunabilir ancak, diyoruz.

Bizleri kendi bitkisel zamanına çeken Kaz Dağları: -Ölülerle yaşayanlar arasında yaşan birliğini kuran benim, diye haykırıyor. Açılan yaralar yaşam birliğini bozmuş durumda: Neden mi? Çıkara kilitlenmiş ayık bilincimizin kuralları, doğal yasaları yerle bir etti ve vicdanlarımızın sesini kıstı da ondan, diyoruz.

Doğaya Sesleniş

-Aşk ile…

Ey doğa, sen; ışık-karanlık-değişim üçlüsünün çocuğusun. Seni oluşturan havaya, suya, toprağa ve ateşe, tek tek teşekkür ettik. Havayı, suyu ve toprağı kirletmeyeceğimize; ateşi, senin aklına uygun biçimde kullanacağımıza söz verdik.

Hiçliğinden doğmayı, ses olup yaşama taşınmayı, seni oluşturan varlıklar arasında denge kurmayı yükümlülük bildik. Öğretmenimiz doğa, doğa denilen kitabımız insanlık, bu kitabın okutulduğu okulumuz yaşamımız olsun istedik. Sen ve biz biriz, yalnızca kalp atışlarımız farklı, bunu anladık.

Ey doğa, sen bizim süt-annemizsin, bizleri karnında taşıdın; yaşam denen başyapıtımız, senin eserin. Kapitalizmin çıkarına bağlanan başımızın belası akıl, sana ne yaptı böyle: Ağaçların kökünden söküldü, süsünden yoksun kaldın, ağlayamıyorsun; dağların, tepelerin, vadilerin mezarlık kadar neşeli. Her yağmur olup yağmak istediğinde, yağamadığın için yaşarken, bir kere daha ölüyorsun.

Ey doğa sen bizim aşkımızsın; bu aşk yaşamımızdan çalınırsa, bizler yaşamadan ölürüz. Aşkımızı sürdürebilmek için çektiğimiz acı, dönü-şüm geçirir ve sanat olur. Biz biliyoruz: İnsanın tanıklığı hukuki bir kavramdır, doğanın tanıklığı ise sanatsal; hukuk yargılamazsa sanat yargılar.

Annemize, aşkımıza borcumuzu ödemek istiyoruz: Aracılığınla parçan durumundaki havaya, suya, toprağa ve ateşe iletilmek üzere bağrına, sıvı kurban olarak algıladığımız zeytinyağını serpiyor; borcumuzu ödüyor, sonsuz teşekkürler ediyoruz.

Durmayalım; kendimizi göreve çağıralım, günlerimizin başlangıcı, yaşamımızın sonu olmasın; Güneş, günlerimizi saymasın, yalnızca aydınlatsın; ışığımız-karanlığımız dilsiz kalmasın; ölüm, yaşamımızın öyküsünü yazsın.

Yarın yaşam, kendini dinlendirmek için akciğerlerimizden firar etti-ğinde, dilerim, geçmişin yığını değil de geleceğin olanağı oluruz; gelecek üzerimize çökmez, yakamıza yapışmaz; ölümümüz, bizlere teşekkür eder.

Doğa eyvallah!

Doğanın Seslenişi

-Aşk ile…

Ey insanoğlu, kuruttuğunuz akarsular, çöpünüzü attığınız denizler-göller, kestiğiniz-doğradığınız ormanlar, kimyasallarla zehirlediğiniz toprak, gen yapısıyla oynadığınız tohumlar, değiştirdiğiniz iklim ve kirlettiğiniz hava; -Bizim de hakkımız var! diye bağırıyor duymuyor musunuz?

Uzak geçmişte atalarınız, benim sesimi duyuyordu: Bağrımdan fışkıran su, toprağımda filiz veren ağaç, sularımdaki balık, ötesinde, gök-yüzünün parlaklığı, suların berraklığı, toprağın sıcaklığı, rüzgârın hareketliliği kutsaldı: Kutsal olana ihanet ettiğinizin farkında mısınız?

Yeraltını, yaşadığımız yeri ve gökyüzünü birleştiren ağaçlarım, benim tapınaklarımdır: Tapınaklarıma gelin, konuşun, dinlemeyi de becerir-seniz hakikati, yaşamın kadim yasalarını öğrenirsiniz. Onları dinle-mediğimiz sürece, sizden daha bilgedir benim ağaçlarım.

Beni oluşturan her varlığın soyunu sürdürme, işkence görmeme, barın-ma, sağlıklı bir ortamda yaşama hakkına sahip olduğunu hiçbir zaman unutmayın. Öyleyse soruyorum sizlere;

-Benimle kardeş gibi konuşmaya-kucaklaşmaya; söylediklerimi önce kendinize, sonra da çocuklarınıza anlatıp geleceğe taşıyacağınıza söz veriyor musunuz?

-Doğa eyvallah!

-Veriyor musunuz?

-Doğa eyvallah!

-Veriyor musunuz?

-Doğa eyvallah!

-Doğa eyvallah! Sözlerinizi delil kabul ediyorum ve saygı duruşumun mührünü çözüyorum. Sizleri aklıyorum. Haklarım için vereceğiniz kavga kutlu olsun diyorum. Eyvallah!

Manifesto

Kendi korkularımıza teslim olmamamızı haykıran, bir çağrıya ihtiya-cımız var: Bu sunumumuzu, bir çağrı kabul edin lütfen.

Unutmayalım baskının, zulmün dili, devletin dili olup çıktı: Bu nedenle devlet, kendi şiddetinden söz etmiyor. Ama biz biliyoruz ki tek gerçek şiddet, devletin şiddetidir.

Eziyetin dilini, devlete bırakamayız; kurban, mazlum biziz ve onun tanımını da ancak biz yapabiliriz.

Haydi öyleyse; bedenlerimize, düşüncelerimize ve dağlarımıza-sokak-larımıza-meydanlarımıza yönelik istilaya hayır! diyerek zor kullanalım; bu bizim, isyanımızın aleti-şiddeti olsun.

Alalım bu aleti elimize ve insan haklarını gözeten, insan haklarıyla yönetilen laik-demokratik bir cumhuriyet için haydi meydanlara-sokaklara-dağlara diye seslenelim birbirimize. Seslenelim de can güvenliğine kilitlenen özgürlük de özgürleşebilsin.

Sistemin bize biçtiği yazgı, önümüzde koşuyor: Bu yazgıyı yaratan her olay, gittiğimiz yönde, bildiğimiz bir duvarın arkasına saklanmış durumda. Biz, -Sobe! demeden önümüze atlayacak ve kamçılı bir zalim kalıbına dökülerek, yazgı denen atımızı acımasızca kırbaçlayacak ve yaşamın son durağına doğru sürecek.

Öyle değil mi? Önemsiz yaşamak meziyet olup çıkmadı mı? Bir yumruğa değmez yaşamlar, geçerlilik kazanmadı mı?

Tek tesellimiz, kederli bir duygusallıkla dışa vurduğumuz ve bozuk düzende doğruyu ihbar etme sanatı olarak algıladığımız gülüşümüz-halayımız; kimi kez bir ironi, kimi kez bir mizah.

Yazgımız sırdan arınmış geleceğe, bildik biçimde koşmasın artık: Yüzme bilmiyorsa okyanusun kıyısına, tırmanma bilmiyorsa dağın eteğine sürelim onu; o da yetmiyorsa, duvarla aramıza sıkıştıralım. Sürelim-sıkıştıralım da bizim için, acı sonuç neymiş öğrenelim.

Böylesi bir yazgı, teslim olmak için değil, başkaldırmak için vardır yargısının izinde, parçalayıp, bizi kurtuluşa taşıyacak biçimde yeniden kuralım, kuralım da umudumuz, bugüne güncellenmesin, güncellenip de düşlerimizi umutsuzluğa mahkûm etmesin, tam tersine geleceğimizi kuracak birer işçi olsun.

Öyle değil mi? Umut, bugünle ilgilenmez, o yarınla ilgilenir, yarınlarda gezinir: Günümüzle ilgilenen sıkıntıdır, acıdır. Bu sıkıntıyla acıyla ilgilenebilirsek eğer, umutsuzluğumuz gebe kalacak ve yarınlarımıza işçi olacak umudu doğuracaktır.

Bozuk düzende her dostluk, sisteme karşı yeni bir suç ortağı edinmektir: Bunu bilelim ve yeni suç ortakları edinelim

Bir cevap yazın