Hace Bektaş’a Bağlanan Hümanizm–Esat Korkmaz

 

HACE BEKTAŞ’A BAĞLANAN HÜMANİZM
Esat Korkmaz

Hararet nardadır, sacda değildir,
Keramet hırkada, taçda değildir,
Her ne arar isen kendinde ara
Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değildir.
Hace Bektaş Veli

“Hümanizm”, insanı ve temel insansal değerleri her şeyin üstünde gören, insanlık sorunlarına akılcı çözümler bulmayı amaçlayan, insanın her yönden gelişmesini temel ilke edinen bir öğretidir. Bu öğreti, aydınlanmanın “altyapısını” oluşturur, bir bakıma aydınlanmayı “terbiye” eder. Dilimize “insancılık” olarak girmiştir.

Geniş anlamda “hümanizm”, tarihsel süreçte “insanı insan etme” çabalarının bir ürünü olarak algılanır. İnsanın yaratıcı güçlerinin geliştirilmesini, onu özgür ve gönençli kılmayı ve her bakımdan yükseltip ilerletmeyi dile getirir. Tarihsel sürecinde hümanizm, Batı’nın bize öğrettiği kadarıyla birbirinden farklı üç biçim gösterdi: “İlkçağ hümanizmi, burjuva hümanizmi” ve “toplumcu hümanizm”; bunların “doğum ürünü” bağlamında da “İlkçağ aydınlanması, burjuva aydınlanması” ve “toplumcu aydınlanma”.

HACE BEKTAŞ’A BAĞLANAN HÜMANİZM

Erkek, dişi sorulmaz, muhabbetin dilinde.
Hakk’ın yarattığı, her şey yerli yerinde.
Bizim nazarımızda, kadın erkek farkı yok.
Noksanlık, eksiklik senin görüşlerinde.
Hace Bektaş Veli

Hace Bektaş Veli’ye bağlanan Kızılbaş hümanizmi Batı ezberinin dışında; “belletilenin” tersine, Ortaçağ’da yaşama geçmiş, “insanın yeniden kendini ele geçirmesini ve doğayla bütünleşmesini sağlayan, insanlığa kesin kurtuluşu getirecek toplumsal-nesnel koşulları sergileme çabasına giren” bir hümanizmdir; Ortaçağ koşullarından, toplumcu hümanizme bir “merhabadır”.

Öte yandan, Hace Bektaş’a bağlanan hümanizm bir aşk felsefesi”, bu felsefeye uyarlanmış örgütlü bir aşk inancı” ya da kıblesi aşk olan bir sevgi dini” olarak algılanır: Aşktan başka Tanrı yoktur ve Ali aşkın velisidir”(Lâ İlâhe İllâlaşk, Aliyyun Veliyulaşk),(1) özlü sözü bunun kanıtı durumundadır: Bu nedenle Hace Baktaş Veli hümanizmi, aşka âşık olma sanatıdır”, bir bakıma; Tanrı’ya yönelik önü alınamaz bir “kültürel eğilimi” dışa vurur. Aşk felsefesinin kurucu kimliği Hallac-ı Mansurdur; aşkı o temsil eder. Aşk, “sır” ya da “günah” sahibidir; bu sır ya da günah, açıklanması durumunda egemenler için “risk” oluşturan ve kişinin başını “belaya” sokan vahdet-i mevcutçu tasavvuf bilgisi”nden başka bir şey değildir.(2): Bu sırrı, İsa’dan sonra ilk açıklayan, “Enel Hak”(3) diyan “Hallac-ı Mansur” olmuştur.(4)

Yine Hace Bektaş’a bağlanan hümanizmde “acıma, bir aşktır”: Bu aşk, üç biçimde yaşanır; birincisi, “zayıf” ya da “hasta” yaşama acırız, yani âşık oluruz, bu aşkımız, “hoşgörü” donunda aramızda-çevremizde gezinir-durur.

İkincisi “militanca” acırız, yani âşık oluruz: Bu aşkımız, yoksulların, ezilenlerin son kurtuluşunu ilân eder”; fabrikalarda, tarlalarda ya da kenar mahallelerde dolanır-durur. Üçüncüsü ise “Tanrı’ya” acırız, yani âşık oluruz: İçimizden dışımıza, dışımızdan içimize iner-çıkarız.(5) Bu iniş-çıkışlarda “incelik”, acımanın “sanatsal biçimi” olarak yaşama taşınırken(6) mizah(Bekatşi mizahı),“şakanın acısı” ya da “acının ödülü” olarak öne çıkar(7), “resmi ezberi bozar” ve “bozuk düzende doğruyu ihbar eder”.

Hace Bektaş hümanizmi, kana “yatırım” yapmaz; kendini, herhangi bir “ırka”, o ırkın kanına bağlamaz: Bir Türk hümanizmi, bir Kürt hümanizmi vb değildir. Kanla değil, “bilinçle” taşınır, bilinçle yaşanır. Kendini yaratan “sınıfsal ihtiyaçların” izinden “ayrılmaz”: Bu ihtiyaçların “güncellenmesi” bağlamında, egemene karşı “mazlumların yaşama yordamı” olarak ön alır.

“Kendini bil”, buyruğunun izinde; “tanrısız bir doğaya ve tanrısız bir insana ulaşmayı” amaç bellemiştir Hace Baktaş’a bağlanan hümanizm: Ama bu “ezberimiz durumundaki ateizm” değildir. Ezberimizdeki ateizm, insana benzemeyen tanrıyı “inkâr etmiş”, ancak, yerine bir şey koyamamıştır; koyamadığı için de ne insanı ne de doğayı “özgürleştirebilmiştir”.

Hace Bektaş’a bağlanan hümanizm ise doğanın doğrudan kendisini, insanın doğrudan kendisini “Tanrı” kabul etmiş ve doğaya-insana benzemeyen tanrıya “başkaldırmış”; ortaya çıkan boşluğu “doğa” ve “insanla” doldurmuştur; doğaya ve insana emir veren, doğanın-insanın özgürlüğünü elinden alan “metafizik Tanrıyı” belâ bellemiştir. Doğal olarak doğayı ve insanı, “okunacak en büyük kitap olarak algılamış; insanı “Konuşan Tanrı(8)”, dağları-taşları “Sessiz Tanrı” kimliğiyle kimliklendirmiştir. Tasarımın mantığı gereği hümanizmini, “doğatanrıcılık” ve “insantanrıcılık” üzerine yapılandırmış; doğatanrıcılık anlayışını “Tanrı-doğa-insan” üçlemesine ve bunun diyalektik açılımına; insantanrıcılık anlayışını ise “Hak-Muhammet-Ali” üçlemesine ve bunun diyalektik açılımına bağlamıştır.(9)

İşte bu nedenle Kızılbaş teolojinin sırrı, “antropolojidir”(10): İnsanın ruhunu-canını, öte-dünyaya göndermez. Tersine bu-dünyada yeniden canlandırır; yeni bedenlerde binler-milyonlar yapar. Ölümü çağırır, ona “ölmeyeceğini” fısıldar.

Hace Baktaş’a bağlanan hümanizmin taşıyıcısı olan Kızılbaşlar; tektanrıcı üç dinin (İbrahim-İsa-Muhammet dinleri) şeriatıyla kendinden “kopartılıp” gökyüzüne çıkarılan insanı, önce felsefesinin ve öğretisinin “yorumuyla” kuşattı. “Akıldan inanca” atlanılan zeminde kendi ürünü inanç yaratısınca zincire vurulan ve zavallılaşan insanı, “inançtan akla” inilen çizgi üzerinde “yukarıdan aşağıya uçurarak” yere, ait olduğu toprağa indirdi. İndirir indirmez de “hümanizmin” bireysel-kitlesel tabanını “yaratmış” oldu.

Toprak üzerinde gezindirdiği insanı; önce “bireyselleştirdi”, sonra “toplumsallaştırdı”. Onu bir inanç varlığından bir “yorum ve yetenek” varlığına dönüştürdü: İnsan ya da insanlık sorunlarına “akılcı” çözümler bulma yolunda “hizmetli” yaptı. Hizmetli olmanın “aydınlığında”, devletin ve şeriatın “uzağında”, ona “karşı” kanalda, hümanizmi yaratan/ üreten asıl toplumsal “tabanı” yakalamış oldu. İçinde yer aldığı toplum katında; uygarlık öncesi eşitlikçi toplum değerlerinin “taşıyıcısı” durumunda bulunan “muhalefet” insanının “yaşama yordamı” olarak algıladığı “hümanizmi”, devlete karşı “halkla taraf” etti.

Gökyüzünden yeryüzüne indirildiğine inanılan “Tanrı buyruklarına göre bedenleşen” ve egemenin güdümünde “canavarlaşan” insana “karşı” üretici/yaratıcı insanı; “konuşan Tanrı” durumunda ve “halk kimliğinde” kişilendirdi. Bu potada, yani mazlumlar katında “72 milleti” eritti; “bir” yaptı. “İnsan-evren-Tanrı” sorununu yeniden irdeledi: “Yaratıcılığıyla” belirgin “neden” durumundaki inancın yerini aklı-aklın “eğilimlerini” kutsayan, “sonuç” durumundaki inanç aldı. İnanca dayanan “tanrıbilimin” karşısına, inancı aklın denetimine veren “bâtıniliği” yerleştirdi. Tanrı-evren sorunu “inanç sorunu” olmaktan çıktı, bir “insan sorunu” durumuna geldi.

Egemenin ilâhi ideolojisi durumuna dönüşen “örgütlü inancı” parçaladı; parçalarken çektiği sıkıntının-acının “ödülü” anlamında kendisinde oluşan “vahdet-i mevcutçu tasavvuf bilgisini”, egemenle taraf olmayacak, tam tersine “ezilenleri kurtuluşa taşıyacak bir felsefe-öğreti-inanç biçiminde örgütledi.”

Hace Bektaş hümanizmasında rıza, “Konuşan Tanrı” olarak algılanan insandan ya da “Sessiz Tanrı” olarak algılanan doğadan gelen “hoşnutluk-onay” anlamında bilince-inanca taşınır; kişinin “kendisiyle hesaplaşması, toplumla barışmasıdır” bir bakıma. Bu nedenle hem felsefe, hem öğreti hem de inanç olarak algılanan “Yol” bir “rıza kapısıdır”. Ve üç türlü rıza tanımı vardır:

  • Kişinin kendisi ile rızası”: Pir önünde, kişinin “kendi özüyle hesaplaşmasıdır/ yüzleşmesi-dir”; kendi kendini “ölçmesi”, kendi kendini “yargılamasıdır”. Bir başkasının tanıklığı ya da şikâyeti olmaksızın, “özeleştiri” yapmasıdır.
  • “Kişinin toplumla rızası”: “Eline-diline-beline sahip olmasıdır”. Kısaca “Edep” olarak algılanan bu üç “mühür”, kişiyi “kötülükten” uzak tutar. Bunu gerçekleştirmeyen Hak yolcusu hiçbir zaman kendini “bulamaz”; toplum ondan, o toplumdan razı “olmaz”.
  • Kişinin “Yol’la rızası”: Kişi Yol’a, baskı ve zorlamadan uzak bir zeminde, kendi rızası ile girer. Yol’a rıza ile giren can, Yol’un gereklerini severek, inanarak yerine getirmek durumundadır. Yol’a giriş; malı mala, canı cana katmak anlamına gelen musahiplikle başlar. (11)

 

Anlaşılacağı gibi Hace Bektaş Veli hümanizmasında iç içe girmiş, kaynaşmış, biri olmadan diğeri olmayacak olan iki “ayrı” dünya vardır. Bu dünyalardan biri, geçmişte  “tüm insanlığı” kucaklayan, sınıflaşmayla birlikte sistemi güdenler tarafından boğulmak ve yokedilmek istenen “ilksel eşitlikçi toplum” değerleri dünyasıdır. Ötesinde, bu değerleri tüm baskılara karşın canlı tutmaya, yaşatmaya çalışan ve belirleyici anlamda “Yol örgütlenmesi”yle yaşama geçecek olan“topluluk bilinci/inancı”dır. Bu bağlamda “ana kaynak”tır, “pınar”dır. Bu kaynak aynı zamanda:

– kutsal kimlikler, bu kimlikleri simgeleyen simgelere yönelik bir sevgidir;

– ölümü, “yeniden dirilme”ye, “yeniden doğuş”a dönüştürmedir;

– ezilenlerin kurtuluşunu, tüm insanlığın kurtuluşuna bağlamadır

Dünyalardan diğeri; Kızılbaş topluluk değerlerinin/bilincinin/inancının doğası gereği “evrilerek”, yani topluluk bilincinden toplum bilincine sıçrayarak, kendi düşünsel/nesnel sınırlarını aşarak kazandığı, tüm ezilen, horlanan insanlığı kucaklayan “boyut”tur. Belirleyici, güdücü, yönlendirici olan bu “içerik” aynı zamanda:

– toplumsal eksiklikleri/aksaklıkları akılsız ya da kötü niyetli kişilerin eseri olarak görmekten öte düzenin/sistemin bir “yaratısı” olarak algılamadır

– ve en önemlisi sömürüye/haksızlığa, soyguna baş eğmeyip kavga etmedir, kavgaya katılmadır; bir gün bu kavganın başarıya ulaşacağına yönelik umudu sürekli canlı tutmadır. (12)

Batı’da “burjuva hümanizmi”(13) daha tarihin “gündemine” gelmeden Anadolu toprağında Kızılbaşlar; “İlkçağ hümanizmini(14) güncelleyerek insanın “bedensel ve ansal”(anlama-kavrama) yeteneklerini geliştirdi. Bu yolda, genelde “şeriatçı” dinsel değerlere, özelde “feodal despota” ve onun “uşaklarına” başkaldırdığında, “burjuva sınıf” kimliğinin henüz ufukta gözükmediği bir toprakta; ilksel eşitlikçi toplum değerlerini “bayraklaştırarak”, tasavvuf bağlamında ancak “sezgiyle” ulaşılabileceğini varsaydığı insanlığın “son kurtuluşunu” tarihin gündemine “taşıyıverdi”. Düşyapısal da olsa yüzyıllar öncesinden “toplumcu hümanizmi”(15) en üretici halkasından yakalamış oldu.

Hace Bektaş hümanizmi bugün: Ortaçağ’dan günümüze feodal değerlere/kurumlara karşı verdiği “kavganın”, bu yolda kazandığı “deneyimlerin” güvencesinde; kendisini “geleceğe” hazırlıyor. Kendisine “yardımcı” olacak toplumsal dinamikler özlenen “toplu davranışı” yaratamamış olsalar da Kızılbaşlar; tasavvuflarında “ters” duran gerçekleri ayakları üzerine “oturtarak” tarihin”nesnel yasalarını”, insanın özgürce gelişebileceği ve insanlığın hızla ilerleyebileceği insanlık çağına geçişin “maddi koşullarını” yakalama uğraşında “kararlı” gözüküyor.

İnsanı aşağılaştırarak, uşaklaştırarak hümanizmi “boğmaya” çalışan sistemin “dayatmasını”; insanın insanı sömürmesine “son verecek” asıl kimliği, “emekçi kimliğini-halk kimliğini” öne çıkararak-onurlandırarak “çözmeye” çalışıyor.

Talihin hep talihliden yana güldüğü bu toplumsal “cangıl”da Kızılbaşlar; “inadına” aklının yolundan yürüyerek,  idealizmini çağdaş insanı “okşayacak” bir “damak tadı”na dönüştürerek, genişleyen akıl alanında toplumcu hümanizmin “tohumlarını” ekiyor.

Görüldüğü gibi Kızılbaşlık, “doğaüstü” ya da “ötesi” bir gücü, anlayışının “merkezine” koymaz. Tam tersine şeriattan özgürleşilerek kazanılan “nesnel-toplumsal” zeminde, “insanı” merkeze alır. Onu “kutsar”, onu “sever”. (16)

 

  • Schimmel, Annemarie; İslamın Mistik Boyutları(Çev.: Ergun Kocabıyık); Kabalcı Yayınevi; İstanbul- 2001; s, 143; Korkmaz, Esat; Serçeşme Dergisi; Sayı: 35; İstanbul- 2007
  • Korkmaz, Esat; Ansiklopedik Simgeler Sözlüğü; Anahtar Kitaplar Yayınevi; İstanbul- 2010; s,: 98-106
  • Korkmaz, Esat; Alevi Süreğinde-Bektaşi Yolunda Enel Hak; Nefes Yayınları; İstanbul- 1995; s, 9
  • Bayat, Fuzuli; Ezoterik Bilgi Bağlamında Seyyid Nesimi; Evrene Sığmayan Ozan Nesimi(Yay. Haz. Gülağ Öz); I. Uluslararası Seyyit Nesimi Sempozyumu Bildirileri(17-19 Haziran 2005/ Ankara); s, 63
  • Deleuze Gılles; Üstinsan: Diyalektiğe Karşı(Çev.: Turhan Ilgaz); Cogito; Üç Aylık Düşünce Dergisi; Yapı Kredi Yayınları; İstanbul- 2001; Sayı: 25; s, 114
  • Barthes, Roland; Bir Aşk Söyleminden Parçalar(Çev.: Tahsin Yücel); Metis Yayınları; İstanbul- 1992; s, 57
  • Ayrılmanın kalabalığında “azalıp” toplanmışlığın yalnızlığında “çoğalırken” ilişkilerimizi çoğunluk “mizaha dökeriz”: Mizah yoluyla birbirimizi “kullanırken” aynadaki “yansımamız” dışında, hep bir “gözleyenimizin” bulunduğunu öğrenmiş oluruz.
  • Feuerbach, Ludwıg; Hıristiyanlığın Özü(Çev.: Oğuz Özügül); Say Yayınları; İstanbul- 2008; s, 101; Deleuze Gılles; Üstinsan: Diyalektiğe Karşı(Çev.: Turhan Ilgaz); Cogito; Üç Aylık Düşünce Dergisi; Yapı Kredi Yayınları; İstanbul- 2001; Sayı: 25; s, 116
  • Korkmaz, Esat; İnsan Tanrı; Pencere Yayınları; İstanbul- 1997; s, 9-10
  • Feuerbach Ludwig; Geleceğin Felsefesi(Çev.: Oğuz Özügül); Say Yayınları; Üçüncü Baskı; İstanbul- 2012; s, 87
  • Korkmaz, Esat; Yorumlu İmam Cafer Buyruğu; Anahtar Kitaplar yayınevi; Üçüncü Baskı; İstanbul- 2007; s, 182-183; Korkmaz, Esat; Kitap/Yol Rehberi/ Gülbanklar-Erkânlar; Demos Yayınları; İstanbul- 2009; s, 19
  • Korkmaz Esat, Canlara; Serçeşme Dergisi; Sayı: 2; İstanbul- 2004
  • Burjuva hümanizmi Rönesans’la başladı. Antikçağ yapıtlarını meydana çıkararak bilimi kilise baskısına karşı savunma ve geliştirme amacını güttü. Dünyanın insan eliyle değiştirilebileceği inancını, insan sevgisinin ve insana saygının temeline koydu.
  • İlkçağ hümanizmi; insanın bedensel ve ansal yeteneklerinin eğitimle geliştirilmesini amaçladı.
  • Toplumcu hümanizm, tarihin nesnel yasalarına dayandı. İnsanlık çağına geçişin nesnel koşullarını sergiledi ve yasalarını açıkladı. Hümanizmin taşıyıcısı olarak algıladığı toplumsal insanı, yabancılaşma kaynağı olarak yaşama geçen üretim araçlarının özel mülkiyetine karşı örgütleyerek insanın kendini yeniden ele geçirmesini sağladı.(Korkmaz, Esat; Alevilik ve Aydınlanma; Pencere Yayınları; İstanbul- 1997; s, 27-30
  • Korkmaz, Esat; Alevi Hümanizmi; Serçeşme Dergisi; Sayı: 18; İstanbul/ Ocak- 2006

Bir cevap yazın