19 Mayıs/Tarihin İktidara Yedeklenmesi–Sait ÇETİNOĞLU

Sait Çetinoğlu:
19 Mayıs/Tarihin İktidara Yedeklenmesi
ermenistan.de/sait-cetinoglu-yazi-19-mayis-tarihin-iktidara-yedeklenmesi

ermenistan.de/sait-cetinoglu-yazi-19-mayis-tarihin-iktidara-yedeklenmesi
Milliyetçilik, bireylerin bir siyasi düzenin üyeleri arasında topluluk oluşu vurgulayan sembol ve
inançlar dizisine mensubiyeti olarak psikolojik nitelikli bir olguyu tanımlar[1]
20’li yılların başındaki İmparatorluktan Cumhuriyete geçişte, eskiden de var olan, kendine
ait bir devlete sahip olmaya ve onu idare etmeye alışkın olan askeri yönetici elit sınıf
mensubu olan Kemalist kadrolar, eskiden de olduğu gibi, “Memluklar tipinde bir yönetici
sınıf olarak,”[2] yönetenlerin huzuru sağladığı, yönetilenlerin artık üreterek, yönetenlerin
bekasını yükümlendiği[3], kendini idare eden fakat yaptırım gücü olmayan zayıf sınıfların
üzerine oturmuştur.

Kemalizm’in ideolojisi ve onun laik, batılılaşmacı milliyetçiliğinin temeli: İttihatçıların Anadolu
dışı irredantizmi kırpılmış, bir Türkî idealdir.

İttihatçılığın devamı olarak yapılan Kemalist reformlar; Osmanlıcılığı ve İslam’ı reddederek ve
İmparatorluğun Anadolu Türklerinin oluşturduğu etnik millete hizalı tümleşik bir teritoryal
siyasî topluluk olarak yeniden tanımlayacak şekilde, kentlerde bir dizi modernleştirici
toplumsal ve kültürel reformu kabul ettirip, Türk anavatanının takipçisi olduğu Osmanlı
İmpa ratorluğu ile Halife’den kopması işine nezaret etmektir.

Millete dair bu teritoryal ve sivil düşüncelerin gerçekleşti rilmesi, millî bir kültürel kimlik
1/6 içinde bir dayanışma temelini gerektirir. Ancak bu temel yoktur ya da çok zayıftır. Anadolu
kendini İslami bir kimlikle ifade etmektedir. Halife’nin gölgesi de hala önemli ölçüde etkilidir.
Bu durumda Kemalistler bir etnik geçmişi keşfederek, Türklerin kökenini Orta Asya’ya, Oğuz
Han’a uzanan bozulmamış soylarına, dillerinin (Güneş Dil Teorisi) eskiliğine dayandıran bir
teoriden ya rarlanarak zoraki etnik mitler, anılar, değer ve semboller tedarik etmeye çalıştılar.
Ancak harekete geçirdikleri Mitoloji, sağlamaya çalıştıkları dayanışma temelini kurmakta ve
heyecanlandırmada yeterli işlevi göremez.

Kemalistler tarafından 1920lerin ortalarından itibaren Müslüman-Osmanlı milliyetçiliğine
alternatif olarak konulan ve kesin bir şekilde benimsetilmeye çalıştıkları Türk Milliyetçiliği
programı, Toplumun geniş kesimlerinde öfkeye yol açar. Bu program, 1912–1922 arasındaki
o zor dönemde gerçekleştirilen Müslüman-Osmanlı dayanışması bağlarını yok etmiştir.
Bunun yanında bu mitlerin, Anadolu’nun sahiplerinin Türkler olduğu ve Anadolu’dan
kovulanların (Ermeniler, Helenler ve Pontoslular), bu topraklarda haklarının olamayacağı
yönünde bir bilinci geliştirdiğini söylemek mümkün.

Her romantik milliyetçilikte bir uzak ülke ve altın çağa atıf yapılarak tebaa şekillendirilmeye
çalışılır, heyecanlandırılır. Turan da bu işlevi görmüştür. Güneş dil teorisi de yerleşik olarak
bulunulan toprağın çok eskiden beri sahibi hatta ilk sahibi oldukları bilincine ve
propagandasına yöneliktir.

Teritoryal düşüncede sağlanan görünüşteki başarıya rağmen etnik payandalarında ciddi
sorunlarla karşılaşılır. Etnik mitler ve Etnik seferberlik, milliyetçiliğin gelişimi bakımından
temel oluşturmayı başarmakta yetersiz kalır.

Küçük kasaba ve köyler İslâm’a bağlılık duymayı ve İslâmî duygular sergilemeyi sürdürür.
Türkî teoriler ve sembolizm, yaratılan burjuvazi arasında bile, geniş ve yaygın bağlılık hissini
oluşturmayı başaramaması, 30’lu yılların ortalarında yeni arayışları beraberinde getirir.
Kemalistlerin millet ve milliyetçilik kurgusu ile ilgili literatürden haberdar oldukları
anlaşılmaktadır. Kemalistler bu konuda oldukça bilinçlidirler ve ne yaptıklarının
farkındadırlar. Türk Milliyetçililiğinin yerleştirilmesi için zor da dâhil olmak üzere ne
gerekliyse bunları adım adım gerçekleştirmekten çekinmezler.

1930’ların ortası Kemalist rejimi kalıcılaştırıcı önlemlerinin meyvelerini verdiği yıllardır ve
30’lar, Kemalist kadroların bir önceki on yıla göre oldukça rahat oldukları bir dönemi ifade
eder. 1925 Mart’ında kabul edilen Takrir-i Sükûn Kanunu’nun sağladığı eşsiz ortam da bu
koşulların pekişmesinde önemli rol oynar, her türden siyasi muhalefetin yok edilmesi ve
basının susturulmasında neredeyse hükümete sınırsız yetki veren Takrir-i Sükûn Kanunu
büyük işlev görür. Kemalistlerde, artık önceki on yıldaki çekingenlikleri yoktur, kendilerine
güvenleri gelmiştir. Kemalizm’in topluma istediği kimliği yerleştirebilmesi açısından, unutkan
bir toplum yaratmak anlamında kolaylaştırıcı bir öğe olarak Harf İnkılâbı da ihmal
2/6 edilmemiştir. Bu vesileyle geçmişle bağı kopartarak İmparatorluğu parçalayan kadroların
üyeleri oldukları da unutturulur.

Takrir-i Sükun ortamında muhalefet potansiyel olarak da ortadan kaldırılmış, ayrılıkçı
kalkışmalar tedip edilmiş, tek parti kurumsallaşmıştır. Artık Halife gibi birinin de gölgesi
kalmamıştır. Toplumun siyaseten teslim alınma süreci tamamlanmıştır. “Eleştirinin
düşüncenin olmadığı yerde ise her türlü saçmalık ve abesle iştigal mümkündür ki,
inkılapların art arda yapılarak modernleşme süreci[4]nin hız kazandığı 1920’lerin ikinci
yarısından sonra, 1930’larla birlikte tam da bu olmuştur.”[5]

Bütün bu inkılaplar aynı zamanda Falih Rıfkı’nın da söylediği gibi Türkleşmek amacına hizmet
etmektedir.[6]

Kemalist rejimin yerleştirilmesi için Takrir-i Sükûn kanunu eşsiz bir olanak sağlar. Mustafa
Kemal’in prestiji ve etrafında örülen kişi kültü de bu dönemde başlar ve ilk Mustafa Kemal
heykeli 1926 tarihinde yapılır, bunu Taksim anıtı izleyecektir. Bu anıt, görsel araçların,
geçmişi yeniden yazma konusunda kullanılışının eşsiz örneğidir. Önder figürü bu dönemde
otoriter, laik, modernleşme ve Türklük temelinde milletin inşası gibi bir dizi politikanın
tanıtılması ve savunulmasında kullanılmaktadır. Bu politikalar, laiklik söz konusu olduğunda,
geniş kitleler tarafından tepkiyle karşılanır, Türk milliyetçiliği söz konusu olduğunda ise, Türk
olmayan topluluklar için bir tehdidi ifade eder.[7]

1930’ların başındaki ki Serbest Fırka deneyimi, Kemalizm oldukça zayıf olduğunu da gözler
önüne sermiştir. Anadolu’nun Kemalizm’e ve Kemalist milliyetçiliğe dahli yoktur ve romantik
milliyetçiliğin Mitolojik öğeleri Anadolu’yu heyecanlandırıp, Kemalistlerle dayanışma
duygusunu geliştirememiştir. Kısacık Serbest Fırka deneyimi, yönetici elitin, zorla kabul
ettirdiği Kemalist Milliyetçiliğin toplumla bağlarını kuramadığı anlaşılmıştır.

Bu dönemin tanıklarından Ahmet Hamdi Başar, Mustafa Kemal’in 1930’larda Samsun’a
gelişini şöyle anlatır: “Samsuna geldiğimiz zaman başka yerde görmediğimiz bir manzara
karşısında kaldık: gece her tarafta fevkalâde inzibatî tedbirler alınmıştı- İstasyondan itibaren
bütün yollar süngülü askerler tarafından tutulmuştu. -Halk asker kordonlarının ar kasına
sinmişti. Bu suretle askerden ve polisten mâada hiç kim seyi görmeden, âdeta bir düşman
şehrine henüz giren bir ku mandan gibi Gazi ve bizler otomobillerle, Gazinin misafir edi leceği
konağa geldik- O Samsun ki, 1919 senesi Mayısında, Gazinin, vatanı kurtarmak üzere
Anadolu’ya ilk adımım attığı yerdi- On bir sene sonra vatanı kurtarmış, davalarını or taya
atmış, inkılâbını tamamlamış bir şef, bir kurtarıcı sıfatı ile ve daha iyi neler yapılabileceğini
anlamak maksadı ile bu raya girdiği gece ayni adam bir inzibat kordonunun himayesi ne
muhtaç kalmaktadır”[8] Bu durumda yeni mitlere, yeni heyecanlara ve yerelin ortak edilmesine ihtiyacının olduğu fark edilmiştir. 1920’lerin ortasında başlayan, Mustafa Kemal’in etrafında örülen kişi kültü, 1930’larda yoğunluğunu arttırarak devam edecektir. 30’lu yıllar aynı zamanda kapitalizmin
3/6 büyük krizinin güçlü adamlarla çözmenin geçerli olduğu yıllarla da örtüşmektedir. Tek tip bir
toplumun inşası için en önemli adımlardan biri de Cumhuriyet Halk Fırkası’nın 1935 yılı
kongresinde atılır. Nazi örneğini izleyen CHF, fırka ile devleti birleştirir. Fırka, artık Yunus
Nadi’nin deyimiyle, “bütün milleti aynı hedef istikametinde toplayan muazzam bir aile
kucağı”[9]dır. Totaliter iklim tamamlanmıştır.

Ankara’da Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi de bu dönemde kurulur. Fakültenin açılışını
mecliste, dönemin Maarif Bakanı şu sözlerle ifade eder: “Atatürk”ün yüksek dehasından
doğan ve kendi kutlu eliyle yaratılan tarih ve dil hareketi, bunlara bağlı arkeoloji ve coğrafya
bilgileri için Ankara’da bir fakülte açılacaktır”[10] 1930’lar Türk olmayan topluluklar için, 2510 Sayılı İskan Kanunu (1934) ve Meclise geldiği gün kabul edilen Tunceli Kanunundan (1935) dolayı da özel bir önem taşır.

Oluşturulan totaliter iklimde bu kez yerellik seferber edilerek, Kurtarıcının maceraları
yeniden yorumlanacak ve yerel, sürece dahil edilecektir. Samsun-Erzurum-Sivas-Ankara
zinciri yeniden kurgulanarak, 19 Mayıs’a da ayrı bir önem ve anlam verilir. “Mustafa Kemal’in
19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığı ve Türk ordularının 9 Eylül 1922’de İzmir’e girdiği
doğrudur da geri kalan her şey bu resmi tarihin şöyle ya da böyle kurbanı”[11] olarak
yeniden kurgulanacaktır. Devletin yeniden üretimi çerçevesinde lider yeniden üretilerek,
halk da bu sürece dahil edilerek, lider, “Tek Adam olmaktan da öteye gidecek, kurduğu
devletin tanımı bile Devlet, Atası etrafında toplanmış millettir diye yapılacaktı[r].”[12]
Tarihin, açıktan iktidara yedeklendiği bu dönemde Türk Tarih ve Araştırma Kurumu
kurularak yeni mükellefiyetler getirilir: “geniş halk tabakaları, Türk Tarihi Araştırma
Kurumuna fiili, müspet yardım ve hizmette bulunacaklar, bunu vatani, milli vazife bilecekler
ve bununla mülellef tutulacaklardır.”[13] Siyaseten teslim alınmış toplum istenilen her yöne
çekilip, her işe koşulabilir durumdadır. Yereli seferber etmede ve şekillendirmede Halkevleri
de altın çağını yaşamaktadır. Bu dönemde rejimin en önemli kurumlarından Halkevleri’nin
bütçesi, Diyanet İşleri Reisliği dahil birçok Vekalet bütçesi toplamının üstündedir.
Artık, Orta Asya’nın yerini, Anadolu, Oğuz Kağan’ın yerini de ulusal kahraman alacak ve
Halaskar’ın maceraları yeniden yorumlanarak yeni bir mit yaratılacaktır. Bu yeni süreçte bu
kahramanlığa somut olarak yerliler de dâhil edilecektir. Soyut Ata’nın yerini somut Ata
alacak, kurtarıcı ve kurucunun maceralarına halk da menzil menzil (Samsun-Erzurum-Sivas-
Ankara) dâhil edilerek kahramanlığa ortak edilecek, Türk milliyetçiliği kurgusuna yeni bir
zemin aranacaktır.

“Yıl 1936. Günlerden 19 Mayıs. Atatürk Dolmabahçe’de, ya nında Şükrü Kaya, Ruşen Eşref,
Kılıç Ali, Salih Bozok, Mehmet Soydan, Nuri Conker var, konuşuyorlar.
“Birdenbire Atatürk soruyor: ‘Bugün günlerden ne?’
“Diyorlar Salı, Çarşamba neyse.
4/6
“Ayın kaçı: 19’u
“Aylardan ne: Mayıs.
“Ne oldu bugün söyleyin bakalım” diyor.
Düşünüyorlar, 19 Mayıs’ta ne oldu?
Nuriye Akman şaşırıyor. “Bilmiyorlar mı? Nasıl olur?” diyor. Bozdağ devam ediyor:
“Nasıl bileceksin canım. O zamana kadar 19 Mayıs’ın lâfı yok. Onun için soruyor Atatürk.
Şimdi bunlar arıyorlar, İzmir’in işga linin 3’üncü günü, diyorlar. ‘Ankara mitingi yapılmıştı’,
diyorlar. Atatürk ‘değil’ diyor.
‘”İsmet Paşa’nın Lozan’dan Gazi’ye çektiği telgraf,’ diyorlar.
‘”Hayır, o 1923’te, Mayıs’ta değil, diyorlar. ‘Haliç Konferan sı,’ diyorlar.
‘”İngilizlerle Irak meselesi üzerinde konuşmuştuk,’ diyorlar.

Akman da bu kez gazeteci merakıyla, “Kim anlatıyor bunu size?” diye araya giriyor.
İsmet Bozdağ yanıtlıyor:
“Şükrü Kaya anlattı. “Terakkiperver Fırka’nın kapatılması da bu aylarda olmuştu,” diyorlar.
“Atatürk, ‘Bırakın yahu bunları’ diyor. ‘Öyle bir şeydir ki bu, ülkenin kurtuluşudur’. Yine
bulamıyorlar. En sonra Şükrü Kaya hatırlıyor, ‘Bu sizin İstanbul’dan ayrıldığınız gün mü?’
deyince ‘Yaklaştın’ diyor, ‘Samsun’a çıktığımız gün’. Sonra, ‘Asıl yapacağı nız bayram bu,’ diyor.
Ertesi sene 19 Mayıs’ta Şükrü Kaya’nın tertibiyle 19 Mayıs Bayramı kutlanıyor.”[14]
Burada 19 Mayıs 1919, yeni bir kurgunun başlangıcına işaret etmektedir. Ulusal Kahraman
yeniden yorumlanarak, Halaskar’ın yeniden yaratılma sürecidir.
Yerelliğin seferberliği ve sürece ortak edilmesi de Türk milliyetçiliğin gelişimine temel
oluşturma bakımından ayrı bir kurgu sürecini başlatır. Ancak bütün bunlara rağmen ulus
yaratmayı beceremez. Farklı etnik ve dini oluşumları birleştiren ortak bir kimliği yaratamaz.
Bu kimlik krizinin devam etmesi ve vatandaşlık bilincini geliştirememesi[15] de Türk
Milliyetçiliğinin saldırganlığının temelini oluşturur.

Dipnotlar
[1] Pierson, Christopher, Modern Devlet, Çev. Dilek Hattatoğlu, Çivi Yazıları 200, s 102
[2] Gellner Ernest, Milliyetçiliğe Bakmak,
5/6
[3] Bu ayrışma tamamen işlevsel olup ayrışmaya pek az karşı çıkılmış hatta iyi gözle
bakılmıştır
[4] Altını ben çizdim
[5] Öngider Seyfi, Kuruluş ve Kurucu, Aykırı y. 2003, s 253
[6] Öngider Seyfi, Kuruluş… s 257
[7] Zürcher Eric Jan, Savaş, Devrim, Uluslaşma, Çev. Ergun Aydınoğlu Bilgi Ün. Y. s 254-255
[8] Başar Ahmet Hamdi, Atatürkle Üç Ay ve 1930’dan Sonra Türkiye, Tan M. 1945, s 36
[9] Ertunç Ahmet Cemil, Cumhuriyetin Tarihi,Pınar Y.2004, s 273
[10] Ersanlı Behar Büşra, İktidar ve Tarih, AfaY. 1992 s 169
[11] Öngider Seyfi, Kuruluş… s 5
[12] Öngider Seyfi, Kuruluş… s 131
[13] İğdemir Uluğ, Cumhuriyetin 50. Yılında Türk Tarih Kurumu, TTK 1973 Akt. Büşra Ersanlı
Behar İktidar ve Tarih s 173
[14] Altan Mehmet, Birinci Cumhuriyet Üzerine Notlar, Birey Y.2001, 183-184
[15] Türk milliyetçiliğinde vatan olarak coğrafi bölgenin yerine devletin ifade edilmesi
sorunun temel kaynağıdır 6/6

Bir cevap yazın